ÖNSÖZ
Cinematheque Francaise kurucusu Henri Langlois diyorki:
Bir film döneminde önemsiz olabilir,bunu arşivleyin, yıllar geçtikten sonra bunun ne kadar değerli olduğunu keşfedersiniz.
Türk Sineması Tarihi üzerine kitapları olan Nijat Özön de şunu savunuyor:
Tarihçi, bu çağın filmlerini görmüş bile olsa, aradan geçen vakit, izienimlerden çoğunu silmiş olabilir; bu izienimler çok yanıltıcı olabilir. Sinema tarihçisinin bir kez daha gidip bu filmleri yeniden inceleyebileceği bir “sinematek” yoktur. Göıülüyor ki, Türk sineması üzerine bir araştırınayı göze alacak kimse, aşağı yukarı eli kolu bağlı bir durumda bulunmaktadır. O halde, böyle bir işe girişmek cesaretinin nasıl bulunduğu sorulabilir. Bunun ilk cevabı, eldeki malzemenin çok yetersiz olmasına, birçok noktaların karanlıkta kalmasına, bazen yanlış yargılara varmak tehlikesine rağmen, sinema tarihinin emekleyerek de olsa bir noktadan işe başlamak zorunda olduğudur.
Fransız sinema tarihçisi George Sadoul’a göre :
Tarih yazmak için kim yol almak, ilerlemek isterse, yanlış bir adım atmak, yanlış yapmak tehlikesini göze almalıdır Bir tarihçi önden gitmelidir, hem de kösteklenmek tehlikesini göze almalıdır. Yanlış bir adım bile insanı ileriye götürebilir….
Bir tiyatro tarihçisi, Perikles ya da Elizabeth çagı seyircisi olamayacağı halde Sophokles’in ya da Shakespeare’in mizansenierinden pekala söz açabilir. Sinema Tarihi sinemanın dostlan için bir ihtiyaçtır.
Nijat Özön Sinemada Muhsin Ertuğrul dönemini Tiyatroculat çağı diye tanımlıyor:
1922’den 1939’a kadar uzanan döneme “Tiyatrocular” çağı adını verınemizin nedeni şudur: Bu on yedi yıl içinde Türk sineması bir tek rejisörün ve bir tek kurumun elinde kalmıştır Bu kurum Darülbedayi (şimdiki Istanbul Şehir Tiyatrosu) adındaki tiyatro, rejisör de bu kurumun uzun yıllar başında bulunan sanatçıdır. Bu rejisörün yönetiminde çalışan bu kurumun oyuncuları Türk sinemasına, kolay kolay silinmeyen bir “tiyatro kokusu” getirmişler, sinemamızın sonraki gelişmesini geciktirmişler, bu gelişmede son derece olumsuz, son derece kötü etkiler yapmışlardır.
Ben bu görüşe pek katılmıyorum. Sinemadan önce hareketli görsel sanat olarak tiyatro,bale ve opera vardı. Oyunculuk kabiliyeti ve eserleri sahneye koymak kabiliyeti ve mizansen ve dekor oluşturma kabiliyeti bu ortamlarda yetişen insan kaynaklarındaydı. İşte bu ortamlardan sinemanın cazibesine kapılan elemanlar ilk sinemacıları oluşturdu.
Georges Melies (Fransa) bir hokkabazdı.Tiyatrosunda fantastik gösteriler düzenliyordu.
Edwin Stanton Porter (ABD) ,Georges Melies’ten etkilendi edison’a filmler yaptı.
Urban Gad (Danimarka)(amcası ressam Paul Gaugin’dir) tiyatroda çalışırken oyuncu Asta Nielsen’le evlendi ki Avrupa’nın ilk film yıldızıdır.Birlikte çok güzel filmler yaptılar.
Max Linder (Fransa) tiyatro tutkunuydu,Bordeaux Konservatuarında okudu. Pathe firması için yaptığı kısa komedilerle çok meşhur oldu.
Louis Feuillade (Fransa) edebiyata meraklıydı,tiyatrolar için drama,vodvil,piyesler yazdı, Gaumont firmasıyla anlaştı, Yazdığı senaryo ve yönettiği filmlerle Gaumont firmasını adeta uçurdu.
Mack Sennet vodvil meraklısıydı,komedi tarzı tiyatro eserlerini seyrederdi. Tiyatroda aktör, şarkıcı ,dansçı,palyaço,set tasarımcısı ve yönetmenlik yaptı.parodi olarak Sherlock Holmes rolünü 11 kez oynamıştı. Keystone stüdyosunu kurdu Charlie Chaplin,Harold Lloyd buralarda yetişti.
David Wark Griffith kitapçıda çalışıyordu. Turne gruplarında oyuncu oldu.oyun yazarı olmak istedi, kısa filmlerde oyunculuk derken yönetmen oldu. Hollywood’un ticari kabiliyeti, (Birth of a Nation – 1915) (Intolerence – 1916) gibi filmlerinin tüm dünya da seyredilmesini sağladı.
Robert Wiene (Almanya) bir tiyatro topluluğunda yönetmendi. Küçük rollerde oynadı.Avusturyalı profesyonel film yapımcıları derneği olan ‘Filmbund’u kurdu. Alman sineması üzerinde derin etkileri olan (The Cabinet of Dr.Caligari- 1920) ve (Raskolnikow- 1923) filmlerini yaptı.
Maurice Tourneur (Fransa) dergi illüstratörüydü,tiyatrolarda çalışarak İngiltere’yi ve Güney Amerika’yı gezdi.sinemaya ilgi duydu ve (The Broken Butterfly – 1919) (Last of the Mohicans – 1920) gibi filmlerin yönetmeni oldu.
Abel Gance (Fransa) tiyatroda oyuncuydu.film senaryoları yazdı ‘Le Film D’Art’ için yönetmen oldu. (Napoleon-1927) filmini yaptı.
Fritz Lang, (Avusturya) 1.Dünyav savaşından sonra Viyana’da tiyatroda oyunculuğa başladı,Alman film stüdyolarında yönetmen oldu.(Metropolis-1927) (M – 1931) filmleri ile tanındı.
Rouben Mamoulian (Ermeni) American Opera Company’de yardımcı yönetmendi. Carmen ,Faust,Boris Godunov gibi operaları, Viyana Operetlerini sahneledi.Broadway’de tiyatrolarda yönetmenlik yaptı.1929 da ilk uzun metrajlı filmi ‘Applause’du. (Queen Christina – 1933) filmiyle Greta Garbo’yu dünyaya tanıttı.
Yukardaki örneklere bir çok isim ekleyebiliriz. Sinemanın temaşa sanatından etkilenmesi son derece doğaldır. Ancak bu öncü yönetmenler sayesinde ,onların stüdyolarında çalışan elemanlar çekirdekten yetişerek çok güzel filmler yaptılar.
Sovyetler Birliği Devlet Sinematografi Enstitüsü kısaca VGIK, dünyanın ilk film okulu olarak kabul edilir. Dünyada sinematografi eğitimi veren en eski enstitüdür. 1919’da Vladimir Gardin tarafından kuruldu.
Faransa’da 1926 yılında Louis Lumiere ve Leon Gaumont girişimiyle Ecole Nationale Superieure Louis-Lumiere kurulmuştu.
Türkiye’de ilk Tiyatro okulu 1927 yılında kuruldu. Sinema üzerine eğitim veren bir kurum hiç yoktu.
1.dünya savaşı ,peşinden Kurtuluş savaşından çıkmış bu falk yorgun ve yapılacak çok iş vardı. Sinema son düşünülecek bir iş koluydu. Ülkede sinema salonu sayıca çok azdı. Yapılacak filmleri kim nasıl finanse edecekti. Yeni yeni biraz sermaye edinmiş müteşebbisler,bilmedikleri bir alanda yatırım yaparak elindekilerini kaybetmek istemezlerdi. Sinema salonu olan birkaç kişi(Kemal film ve İpekçiler) ancak bu işe giriştiler.
1920’li yıllarda Türkiye’de sinema yapacak kimse yoktu. Sinema operatörü, film stüdyosu yoktu.Bir tek Muhsin Ertuğrul Sinema Sanatını Avrupa’da yakından incelemiş, çalışmış,oynamış,rejisörlük yapmış,bu şekilde para da kazanmıştı. Cesaretle bu işe girişti.
Muhsin Ertuğrul döneminde,devletin sinemayla hiç ilgilenmemesine rağmen iki özel kurum Türkiye’de sinemanın yaşamasını sağladılar. Bu sinema endüstrisinin geleceği için bir umuttu. Film türlerinde ilk örnekler bu dönemde verildi, Polisiye,köy yaşamı,kurtuluş savaşı,melodramlar,komedi ve vodviller sinemaya aktarıldı. İlk kez Türk kadınları sinemada oyuncu oldu.İlk star oyuncu bu dönemde yeşerdi. İlk sesli filmlerin çekilişinde ses ve görüntü aynı anda alınıyordu,ki bu doğru bir yöntemdi. Yeşilçam olgusu başladığında ise bu teknik unutuldu. Filmler sonradan stüdyoda seslendirilince sanatsal kabiliyetini de kaybetmeye başladı.
!!.Dünya savaşının başlamasıyla sinemamızda da bir geçiş dönemi başladı. Faruk Kenç bu dönemin önemli yönetmenlerindendi. Şadan Kamil, Turgut Demirağ, Şakir Sırmalı, Çetin Karamanbey, Aydın G. Arakon, Orhon M. Arıburnu’nuda sayabiliriz.
Zamanla yapım şirketleri Beyoğlu’ndaki Yeşilçam sokağı etrafında toplanır. Lütfi Akad şöyle der: Yapımcıların anlaşmak için davet ettikleri oyuncular, yönetmenler, senaryo yazarları, tasarlanan filmleri sinemalarına bağlamak isteyen çevre sinemacıları, Anadolu sinemacılarının aracıları Yeşilçam sokağına gelmeye başlamışlardır. İş bekleyen figüranların, set işçilerinin vakit geçireceği kahveler de yine bu sokakta açılmıştır. (Akad, 2004: 22)
Artık,Anadolu’nun her kasabasında sinema salonları açılmış, geniş bir izleyici sayısına ulaşılmış, filmleri sinemalara pazarlamak kolaylaşmış, gereken finansal güç oluşmuştur.
1960 yılında yerli film sayısı 68 idi. 1972 yılında ise 298 film üretildi.60 ihtilalinden sonra Yeşilçam sineması tamamen ticari amaçlarla film üretmiştir. 1968’de Türk Sinemastek Derneğinin kuruluşu ile birlikte bir arayış başlamış,buna karşı Ulusal Sinema kavramı ortaya atılmış,ve Hisar Kısa Film Yarışması’nın doğal sonucu olarak Genç Sinemacılar akımı başlamıştır.
Türkiye’de sinemanın geldiği noktayı,geçtiği evreleri iyi anlıyabilmek için ,önce başlangıcına, (Pioneer) diyeceğimiz öncü isimleri araştırmamız gerekir.
HASAN GÜRDAL
0 yorum