‘Sinema öyle bir keşiftir ki, bir gün gelecek barutun, elektriğin ve kıtaların keşfinden çok, dünya medeniyetinin veçhesini değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak köşelerinde oturan insanların birbirlerini sevmelerini, tanımalarını temin edecektir. Sinema, insanlar arasındaki görüş, düşünüş farklarını silecek, insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır. Sinemaya layık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz.’                                         M.K.ATATÜRK

 

Bir film döneminde önemsiz olabilir,bunu arşivleyin, yıllar geçtikten sonra bunun ne kadar değerli olduğunu keşfedersiniz.    Henri Langlois

*****

MUHSİN ERTUĞRUL’ DAN ÖNCE OSMANLI’ DA SİNEMA

Sinemanın doğuşunu araştırdığımızda, LOUİS AİMEE AUGUSTINE LE PRINCE  adında biri karşımıza çıkar.İlk hareketli resim (Motion Picture) mucidi bu kişidir. Sinemanın kuşkusuz öncüsüdür.(1)

Üniversitede Kimya ve Fizik okumuştu. Ailesi fotoğrafçıydı. lionia’da bir yerlerde, seri halinde çekilmiş fotoğraflar görür. Bu ona fotoğrafları peş peşe görüp oynatma fikrini aşılar. Bu düşünce ile,bir marangoza, kamera’ya ilave parçalar yaptırır.Kayınpederine de bazı metal aksam yaptırır. Böylece  tek mercekli İki kamerası olur.1888 yılında saniyede 12-16 arası seri resimler çeker. İlk hareketli resim (Motion-Picture) oluşmuştur. 3 adet seri çekim yapar.  Üçüncü çekim ‘’LEEDS BRIDGE’’ dir (Leeds Köprüsü).Bu filmler ilk belgesel niteliğinde çekimlerdir.

Eastman kağıtlar üzerine resimleri çekerek hareket ettirmeyi başarmış ve Lumiere kardeşlerden çok önce resimde hareketi yakalayan mucit olmuştur

1890 yılında ,Paris’e gitmek üzere bagajıyla trene binerken görülmüş ve bir daha da  kendisinden haber alınmamıştır. Dedektiflerce aranmasına rağmen esrarengiz bir şekilde kaybolmuştur.

Thomas Edison ve Lumiere Kardeşler sinamanın mucitleri olarak gösterilir.Ancak Louis Le Prince’in pek adı anılmaz.Buluşunun peşinden aniden kaybolması yüzünden unutulmuş gibidir.

1886 yılı 16 mercekli LE PRINCE kamerası (iç bölümü)

(Amerika’ya Patent için başvurmuştur)

1888 yılı LE PRINCE Kamera

Peşinden  WILLIAM KENNEDY-LAURIE DICKSON  (1860-1935) ( 2 ) diye birine rastlıyoruz. İskoç mucit. Edison’un ve Louis Leprince’in  çalışmalarından  ‘Motion Picture Camera’ geliştiriyor.

Fransa’da doğan Dickson,Amerika’ya gidince Thomas Edison’un yanında çalıştı. Phonograph’ın icadını birlikte gerçekleştirdiler. Dickson (Motion Picture) denilen, hareketli resmin 35 mm genişlikte olmasını  sağlamış, ve filmlerin banyosu için gereken en uygun emülsiyonu hazırlamıştır.

Edison Avrupa seyahatinde iken, fotograf denemeleri için bir bina oluşturdu. Böylece İlk Film stüdyosunu kurmuştu. Bu deneylerden ,Silindir şeklindeki sistem Kinetoskop keşfedildi.1890 yılında ’’Monkey shines no.1’’  kısa filmi  Kinetoskop sayesinde gösterildi.

Chicago fuarında, makineler satışa sunuldu. Kinetoskop için filmler gerekliydi. ‘’The Black Maria’’ adı verilen bir film stüdyosu kuruldu. Zamanla görüş farklılığı olunca Edison’dan ayrıldı ve, kinetoskopu geliştirerek MUTOSKOP’u icat etti. Mutoskop resimleri gösteren makine, Biyoskop ise resimleri çeken kamera idi. Ortaklarıyla ‘’The American Mutoscop and Biograph Co.’’ Şirketini kurdu. Film üretip dağıtmaya başladı.

DICKSON EXPERIMENTAL SOUND FILM/  İlk sesli film denemesidir. Sesler,eski bir Edison kayıt silindirinde bulundu.2002 yılında restore edildi . ABD’ de ‘National Film Registry’de muhafaza edilmektedir.

kinetoskop iç görünüşü

 

Sinemayı kimin icat ettiği konusunda kesin bir cevap verilmemekle birlikte,Louis Le Prince’in Leeds’de yaptığı deneyler,Thomas Edison’un Amerika’da William Kennedy Dickson ile birlikte geliştirdiği Kinetoskop, ve diğer mucitlerin benzer çabaları, en son Lumiere kardeşlerin elinde CINEMATOGRAPHE olarak gelişmiştir. ( 3 )

Auguste ve Louis Lumiere kardeşler başarılı fotoğrafçı idiler,EDİSON’un Kinetograph ve kinetoscope aletlerini geliştirerek CİNEMATOGRAPHE oluşturdular.  Yapılan küçük bir 35 mm kamera idi. Bu kamera kuvvetli bir fenere bağlanınca projektör oluyordu.

28 Aralık 1895’te PARIS GRAND CAFE’de icatlarını halka tanıttılar. Bu tarih ,bir çok sinema araştırmacıları tarafından sinemanın doğuşu olarak kabul edilir. Ancak göstermek için film de gerekiyordu. Kameramanlarını çeşitli egzotik bölgelere yollayarak ilginç konuları çekmeye başladılar. 2 yıl içinde Lumiere Kataloglarında çeşitli konularda binlerce film satışa sunuldu.

Çektikleri kısa metrajlı filmlerin kopyalarını satmayı reddederek, sadece kiraya verdiler. Temsilciliklerle yurtdışına açıldılar, Avrupanın dışında Rusya ,Hindistan ,Brezilya, Meksika, Çin ve Mısır’da Cinematographe Lumiere’’ gösterime girdi.

1900 yılında,Louis Lumiere emekliye ayrılarak,Fotoğrafla uğraşarak zaman geçirdi. Auguste Lumiere’ de Cinematograph’ın geleceğinden beklediği heyecanı kaybederek,kardeşi gibi emekliye ayrıldı.

‘’BİR TRENİN CIOTAT’A VARIŞI’’ sinemanın ilk filmi olmakla beraber En büyük espri’nin de kaynağı oldu. Trenin üstlerine geldiğini sanan Seyirciler panikle kaçtığı ,ya da koltuk altına saklandığı anlatılır. Bu , Sinema seyircisinin yaşadığı ilk şaşkınlıktır.

Lumiere Sinematografı

Lumiere kardeşlerin kameramanları Osmanlı topraklarına da geldi.  Aslında ,Gülşah Nezaket Maraşlı Göç’ün( 4 ) kitabında değindiğine göre, sinema tarihçisi Georges Sedoul ( 5 )  1948 Paris basımı ‘’Histoire Generale du Cinema’’ kitabında  Vafiadis isminden bahsedilir ( 6 ) 1890 yılında Sirkeci Garı‘nın yakınlarında fotoğraf malzemelerinin de satıldığı bir fotoğraf stüdyosu açmıştı. 1895’te Vafiadis, Lumière Kardeşlere Sinematograf cihazını satın almak için başvurduysa da, o dönemde yeterli sayıda sinematograf cihazı olmadığı için bu isteği yerine getirilemedi.

1902’de Bahçekapı‘da şekerci Hacı Bekir Efendi’nin sırasında 8 numaralı yerde bir mağaza daha açtı. Bu mağazada Amerika‘daki kron fabrikasında üretilen fotoğraf makinelerinin yanında Fransa ve İngiltere‘nin son model fotoğraf makinelerini sattı. 1905 yılındaki ticaret yıllıklarına göre, Sirkeci’deki mağazasında taş plak satmaya ve makine üretimi yapmaya başladı.  Vadiadis’in Sirkeci’deki mağazası bilinmeyen bir nedenle kapandığı 1909 yılına kadar çalışmalarına devam etti. Aynı aileden Kostaki Vafiadis’in Bahçekapı’daki fotoğrafhanesi ise 1905-1922 yılları arasında faaliyet gösterdi.       (vikipedi)

 

‘’Lumiere Kardeşler sinemayı icat ettikten 3 ay sonra,Sirkeci’de garın karşısında bir yerde fotoğrafçılık yapan Theodore Vafiadis ( 7 ) ,hemen mektup yazıp, Lumiere kardeşler’den bir tane makine istiyor.ve şu cevabı alıyor; 1890 yılında Sirkeci Garı‘nın yakınlarında fotoğraf malzemelerinin de satıldığı bir fotoğraf stüdyosu açtı. 1895’te Vafiadis, Lumière Kardeşlere Sinematograf cihazını satın almak için başvurduysa da, o dönemde yeterli sayıda sinematograf cihazı olmadığı için bu isteği yerine getirilemedi. 1890 yılında Sirkeci Garı‘nın yakınlarında fotoğraf malzemelerinin de satıldığı bir fotoğraf stüdyosu açtı. 1895’te Vafiadis, Lumière Kardeşlere Sinematograf cihazını satın almak için başvurduysa da, o dönemde yeterli sayıda sinematograf cihazı olmadığı için şu cevabı aldı: (Henüz imalata geçmedik,elimizde bir tane makine var,size gonderemeyiz) 1902’de Bahçekapı‘da şekerci Hacı Bekir Efendi’nin sırasında 8 numaralı yerde bir mağaza daha açtı. Bu mağazada  Amerika‘daki kron fabrikasında üretilen fotoğraf makinelerinin yanında Fransa ve İngiltere‘nin son model fotoğraf makinelerini sattı. 1905 yılındaki ticaret yıllıklarına göre, Sirkeci’deki mağazasında taş plak satmaya ve makine üretimi yapmaya başladı.  Vadiadis’in Sirkeci’deki mağazası bilinmeyen bir nedenle kapandığı 1909 yılına kadar çalışmalarına devam etti. Aynı aileden Kostaki Vafiadis’in Bahçekapı’daki fotoğrafhanesi ise 1905-1922 yılları arasında faaliyet gösterdi.

Lumiere’in kameramanlarından Alexandre Promio Osmanlı topraklarında bir çok film çekmiştir. (Haliç Panoroması,Boğaziçi kıyılarının panoroması, Yafa’da bir Pazar yeri,Topçu Geçit Töreni Kahire, ( 8 )

Osmanlı’da ilk ainema gösterimi Yıldız Sarayında II Abdülhamit’e yapılmıştır. (muhtemelen 1896 yılı) Saray Tiyatro müdürü,Fransız asıllı Victor Bertrand’dı.Fransa’ya gittiğinde Lumiere yada Pathe’den  temin ettiği makine ile Yıldız Sarayı’nda ilk film gösterilerini yaptı (9). Victor Bertrand (12 )  Yıldız Sarayı’nın büyük salonuna bir perde kurarak, padişah ve saray mensuplarına filmler göstermiştir.

Osmanlı’da ilk sinema filmi çeken ,Makedonya’da Avdella köyünden,Osmanlı vatandaşı (Milton ve Yanaki) MANAKİ Kardeşlerdir.(10)  1907 yılında Manastır’da kayda alınan ‘’Büyük Anne Despina’’ ve ‘’Ev İşleri-Dokumacı Kadınlar’’ filmleri gösterilir. En önemli çalışmaları ise 1911 yılında Sultan 5.Mehmet Reşat’ın Manastır ziyaretinin çekimleri ve fotoğraflarıdır.1911 yılında  Osmanlı Sultanı’nın  resmi fotoğrafçısı oldukları bilinmektedir. Belgesel niteliğindeki bu kısa filmlerin çok azı günümüze ulaşmış olsa da ,döneme ait kıymetli bir arşiv oluşturur.

Lumière Kardeşler’in , Osmanlı topraklarında ilk film çeken İtalyan kökenli vatandaşı Alexandre Promio (d. 1868-ö. 1926), 1896’da İstanbul ve İzmir’de Türk askerlerinin görüntülerini kameraya kaydetti. Ayrıca İstanbul’un Boğaziçi ve Haliç bölgelerini görüntüledi. Promio’nun hemen ardından yine Lumière’ler için çalışan Fèlix Mesguich (d. 1871-ö. 1949), Francis Doublier (d. 1878-ö. 1948), Charles Moisson (d. 1863-ö. 1943) ve Maurice Perrigot çekim yapmak için 1896-1899 yılları arasında Osmanlı Devleti’ne geldi.2 Bu dönemde Batılı ülkelerden ithal edilen sinema cihazları ilk olarak İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde görülmeye başlandı. (11)

Lumière Kardeşler‘in L’Arrivée d’un train en gare de La Ciotat (Bir Trenin La Ciotat Garı’na Varışı) filmi, 29 Aralık 1895’te, Paris‘teki ilk gösteriminden yaklaşık bir yıl sonra, Fransız bir ressam olan  Henri Delavallée (13) ,Sigmund Weinberg’le(14) birlikte , İstanbul Galatasaray‘da bulunan Sponeck Birahanesinde  gösterildi, Türk toplumu sinemayla tanışır. O zamanlar elektrik olmadığından çok zorlu geçen bu gösterimde insanlar sinemayı canlı fotoğraf olarak nitelendirdiler. Kimi çevrelerde hoş karşılansa da bazı çevreler günah ve haram olduğunu düşündü.

Henri Delavallee (Haliç)

Sponeck Birahanesinde ilk gösteri ilanı

 

Sigmund Weinberg, diğerlerinden farklı olarak Yüksekkaldırım (Galata) 28 numarada, fotoğraf makineleri ve malzemeleri satan bir ticarethaneyi  1889 yılında açmıştı.  Lumière Kardeşler başta olmak üzere, Avrupa’daki fotoğraf makinesi ve malzemesi üreten şirketlerin Osmanlı’daki temsilciliğini üstlenmişti. Sinematograf alanında ise, 1900 yılında sinematografın tüm haklarını Lumière’lerden satın alacak olan PathéFrères Şirketi’nin de İstanbul’daki temsilcisiydi. Weinberg, İstanbul’da sinema gösterileri yapan kişilerle, arasındaki rekabeti kendi lehine çevirmek için farklı bir yola başvurarak Osmanlı sarayı ile iletişim kurmaya çalışmıştır.Weinberg, Ekim 1899’da II. Abdülhamid’e yazdığı bir dilekçeyle, Osmanlı ordusunun yabancılar tarafından filme alınmasının sakıncaları olacağını ifade edip kendisinin bunu ücretsiz olarak ve padişahın ordusuna yaraşır bir biçimde yapacağını belirtmiştir. Onun tasarısına göre, Osmanlı ordusunun manevraları ya da resmigeçit törenleri, kendisi tarafından ücretsiz olarak filme alınacak; ancak bu filmler halka ücret karşılığında gösterilecekti.

Osmanlı Devleti, 29 Mart 1903 tarihinde sinema faaliyetlerini düzene koymak için ilk nizamnameyi hazırlamıştır. Bu nizamnameye göre, Osmanlı Devleti’nde sinema gösterimleri yapma hakkı, 35 yıl süreyle Müslim ya da gayrimüslim ayrımı yapılmadan herkese tanınıyordu.(15) Bu hukuki düzenlemeden beş sene sonra ise, sinema faaliyetlerine yönelik ilk sansür, Osmanlı Hükûmeti’nin 20 Haziran 1908’de aldığı kararla uygulanmıştır. Bu kararın metni şu şekildedir:

İki Fransızın, Şirket-i Hayriye’nin seferden alınmış vapurlarından 18 numaralı vapurunu Boğaziçi sahilleri iskeleleri ile Adalar ve Bakırköy ve İzmit Körfezi sahillerinde römorklar ile çekerek ve içine sinematograf makinesi koyup güya halka sinematograf resimleri göstermek için kiralama teşebbüsünde bulundukları haber verildiğinden sakıncaları dolayısıyla buna izin verilmemesi padişahın yüksek emir ve fermanı icabından olmakla bu hususta emir ve ferman sahibinindir.

Sigmund Weinberg, bugün TRT Stüdyosu ve kapalı otopark’ın bulunduğu yerde , Darülbedayi’nin (Şehir Tiyatrosu) Komedi Bölümü’nde ilk yerleşik sinema salonunu 1908’de hizmete açtı. Bu salonun adı Pathe’ydi. Daha sonra, o zamanlar da İstanbul’un kültür- sanat merkezi olan Pera’da Cine Oriental, Cine Palace gibi yerleşik salonlar birbiri ardına kapılarını açtı. Pathe şirketinin Osmanlı temsilcisi olan  Weinberg, ilk Türk filmlerinden Himmet Ağa’nın İzdivacı filmini de çekmiştir.   (16 )

Weinberg, İstanbul’da sinemacılık faaliyetlerinde bulunan ve kadınlı-erkekli sinema gösterimleri düzenleyen rakibi Assaduryan’a* karşı bir hamle olarak, konaklarda ve okullarda film gösterimlerine başladı. Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi), İstanbul Sultanîsi (İstanbul Erkek Lisesi)30 ve Darüşşafaka, Weinberg’in gösterim düzenlediği okullardan en önemlileridir.

(Tepebaşı Pathe Sineması kapandıktan sonra,Pangaltı’da Pathe Sineması açıldı.Bir adı da Assaduryan Sineması idi.İlk defa kadınlı Erkekli gösteriler bu sinemada yapılırdı) (Ermeni asıllı Assaduryan Ailesi, o dönemde  İstanbul’damatbaaları olan tanınmış kişilerdi. (Artin Assaduryan Matbaası)(melinee Manukyan-Assaduryan)

Gülşah Nezaket Maraşlı Göç,olayı kitabında şöyle anlatır: (Tahtta Sultan Mehmet Reşat’ın olduğu Osmanlı Türkiye’sinde İstanbul Sultanisi^nde bir sinematograf gösterisi yapılacak,ve sinema ilk kez bir okula girmiş olacaktı. Bu gösterim için görevlendirilen memurlardan biri tarih öğretmeni Mehmet Şakir Bey ( Seden),diğeri de okulun fizik laboratuarında elektrik memuru olan Ali Fuat Uzkınay idi.) ( 17 )

Weinberg’in bu okul gösterimlerinde, genç bir sinema heveslisi yetişiyordu. Bu kişi Ali Fuat Uzkınay dı(18 ) . İstanbul Sultanîsi’nde dâhiliye memurluğu yapan Fuat adlı bu genç, sinemaya özel bir ilgi duyuyordu.İşte bu genç memur, Sigmund Weinberg’le tanıştı ve projeksiyon aygıtının nasıl çalıştırıldığını kısa sürede öğrendi. Fuat Uzkınay, burada okul müdürü Ebul Muhsin Kemal’e film gösterim işini kendisinin de yapabileceğini söyleyerek, müdürü bir film gösterim cihazı almaya ikna etti. Uzkınay, böylece Weinberg’in işini devralırken, aynı okulda tarih öğretmenliği yapan Şakir Seden (19) de gösterimi yapılacak filmlerin seçimiyle görevlendirilmişti. Fuat Uzkınay ve Şakir Seden, bu gösterim işini 1910’dan 1914 yılına kadar devam ettirdiler

19 mart 1910’da Şehzadebaşı’nda  ilk halka açık sinema ‘’MİLLİ SINEMA’’   açıldı .

1910 yılı Şehzadebaşı Milli sinema ve Hilal Sineması

İşte Muhsin Ertuğrul’un sinemaya başlaması bu yıllara rastlar.  Ne tesadüftür ki,Muhsin Ertuğrul ve Şakir ve Kemal Seden kardeşler,aynı apartmanda karşılıklı dairede oturan komşu iki dost tu. (Harikzade Apartmanı 1.kat numara 11 ve 12 daireler) ( 20)

MUHSİN ERTUĞRUL   ( 1892-1979)  İLK YILLAR

1892 doğumlu Muhsin Ertuğrul’u  Türk sineması’na en önemli katkıları yapmış yönetmen olarak anıyoruz. Aslında Tiyatro kökenli,çok iyi yetişmiş bir aydın kişi. Tiyatroda oyuncu,yönetmen,yapımcı, idareci kimliği ile hep ön planda olmuş bir kişilik. Sinemada ise yönetmen,oyuncu  ve yapımcı kimliği ile görüyoruz.1911’den beri Paris,Berlin,Viyana, Stokholm, Kopenhag,Odessa,Moskova,hatta 1928’de Amerika’ya gidişi ,onun tiyatro ve sinemada  gelişmeleri takip ettiği ve özümsediği seyahatlerdir. Cumhuriyetin hedeflediği aydın bireyler yetiştirmek,batılılaşma yolunda halkı bilinçlendirmek, edebiyat yanında, Tiyatro ve Sinemanın  daha geniş kitlelerce izlenmesinin  sağladığı etkinlikten yararlanmak,toplumun aydınlatılması için önemlidir.

Muhsin Ertuğrul İstanbul’da 1892 de doğdu.Babası Osmanlı Hariciye Veznedarıydı. Annesi Alman’dı.O dönemin ender bulunan aydın kişilerinden olan ailesi  onu çok iyi yetiştirdi. Almanca biliyordu.,Topkapı Rüştiyesi’nde ( 21) ve Mercan İdadi’sinde(22) okudu.Tefeyyüz Mektebinde (23) (Yüksek Okul) okurken tiyatroyla ilgilendi ve oyuncu oldu.Çocukluğundan beri ailesi ile orta oyunu ve tiyatro kumpanyalarına çok sık gitmelerinin   Muhsin Ertuğrul’un tiyatroculuğunun gelişiminde önemli yeri vardır. Anılarında da yazdığı üzere Mardiros Mınakyan’ın da etkisi tartışılmaz. (24) Döneminin diğer tiyatrocularına benzer şekilde lise talebesi olan Muhsin de öğrencilik yıllarında Mınakyan Tiyatrosu’nda seyrettiği eserlerin etkisi altında tiyatrocu olmaya karar veriyor. İzlediği Mınakyan oyunlarını arkadaşlarına anlatarak onları da etkiliyor. Sonra kendi aralarında sahne kurup oynamaya başlıyorlar. İşte Meşrutiyet ortamı kendi aralarında oynayan bu gençlerin önce sokakta sonra da farklı tiyatrolarda sahneye çıkmalarına vesile oluyor.

Dönem, II. Abdülhamit istibdadını sona erdiren II. Meşrutiyet dönemi. 30 yıllık bir sıkıyönetimin ardından gelen meşrutiyet sadece Müslümanlar ve Türkler için değil Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Kürtler arasında da bir bayram havası estirmişti. Ve o dönemde sokaklarda her köşe başında bir tiyatro sahnesi kuruluyor ve 30 yıl öncesinde yasaklanan telif oyunlardan bölümler oynanıyordu. Ahmet Fehim (25)  anılarında biraz eğlenceli bir dille bu durumdan bahsediyor:

“Lakin İstanbul artık ıslah kabul etmez bir divaneler şehrine dönmüştü. Saçlı sakallı insanlar bir arsaya dört gaz sandığı koyuyor, bir çarşaf geriyor, ‘Yaşasın Vatan’, ‘Yaşasın Hürriyet’ cümleleriyle biten saçma sapan bir oyunu çıkıp oynuyorlardı.”

Ahmet Fehim böyle konuşuyor ama Meşrutiyet döneminde moda olan bu oyunları kendi kumpanyasında oynattığı da söylenmektedir. Onaltı yaşındaki genç Muhsin’in bu ortamdan, bu amatör ruhtan etkilenmediğini söylemek hata olur.  Ama toplumun bu aydınlık coşkusuna ve tiyatro ortamına darbe vuran karanlık olaylara da tanık olmuş olmalı genç Muhsin.

Eski takvime göre 31 Mart 1325(13 nisan 1909)’da Meşrutiyet’e karşı bir isyan başladı ( 26 ). Selanik’teki İttihat ve Terakki cemiyeti’ne  ( 27  ) ve ordu birliklerine gelen telgraflar üzerine,Mustafa Kemal’in Kurmay Başkanı olduğu Hareket Ordusu,bu isyanı kanlı bir şekilde bastırdı.

Bu olayların ardından Adana’da çok daha kanlı olaylar oldu. (  28  ) Adana’da Türkler ve Ermeniler arasında büyük çatışma çıkması ve gelişen politik olaylar sonucunda,  Meşrutiyet ile canlanan tiyatro, üretimini durdurmuştu. Birçok grup faklı illere dağılıp oralarda oynamaya başlamıştı. Ahmet Fehim Efendi Samsun’a gitmişti örneğin. Bu olaylar evvelce tiyatroya heves etmiş birçok gencin bu işten vazgeçerek okullarına dönmelerine, yahut başka mesleklere girmelerine sebep oldu. Olaylar geçip ortalık durulduktan sonra tiyatro çalışmaları artık amatör topluluklardan ziyade bu işi kendilerine meslek edinmeye karar vermiş sanatçılar tarafından yürütülecekti. İşte on yedi yaşındaki genç Muhsin de bu tiyatroculardan biriydi, Burhanettin Tepsi’nin kumpanyasında adımını atıyor sahneye.( 29)

İLK SAHNEYE ÇIKIŞ ve SONRASI

İlk sahneye çıkışı 1909 Erenköy Burhanettin Tiyatrosudur. Burhanettin Tepsi Galatasaray Lisesi’nden mezun, Fransa’da eğitim almış bu genç ve dinamik tiyatrocu İstanbul’a geldiğinde büyük bir heyecan yaratıyor. “Ben tiyatrocu Silvain’in şakirdi marifetiyim” diye ortalığı velveleye veriyor. Ve etrafında birçok tiyatrocuyla birlikte 1909 yılında Muhsin Ertuğrul’u da görüyoruz. Ancak Burhanettin’i sahnede görenler onun o kadar da usta bir tiyatrocu olmadığını anlıyorlar. “Sahnemizin Değerleri” adlı kitabın yazarı Aşod Madatyan, yıllar sonra kendisi hakkında şu satırları yazacak: ( 30 )

“Umumiyetle kanaatler şu noktaya toplandı ki Burhanettin daha lazım olduğu gibi hazırlanmış değildi, ve bu sakat başlangıçla onu takip eden devamlı dikkatsizlikler, onun sanattaki kalkınmasına engel oldular.”

Genç Muhsin için tiyatrodaki asıl açılım, Reşat Rıdvan (31) Kumpanyasıyla Burhanettin Tepsi’nin Kumpanyasının birleşmesiyle başlayacaktı.

Reşat Rıdvan, zamanının Danıştay üyesi yüksek derece bir memur. Ayrıca belediye başkanıyken öldürülen Rıdvan Paşa’nın da oğlu. Reşat Rıdvan babasının mirasını alarak maddi açıdan güçlü bir figür haline geliyor. Böylelikle tiyatro işletme rahatlığına erişiyor. Meşrutiyet öncesinde Mınakyan tiyatrosuna oyun çevirmiş, oyun oynatmış. Ahmet Fehim ile de birlikte çalışmış. Ahmet Fehim’e sponsorluk yapmış bir kişilik.

Kasım 1908 tarihli Resimli Kitab dergisinde Burhaneddin Bey

Ocak 1909 tarihli Resimli Kitab dergisinde Burhannedin Tepsi.

Reşad Rıdvan Efendi

 

1908 Meşrutiyetinden itibaren aydın gençleri tiyatroya teşvik etmiş. Heveskeran Cemiyeti adında bir topluluk kurmuş, bu nedenle Ahmet Fehim’le arası açılmış.

Ne Burhanettin Tiyatrosunun ne de Heveskeran Cemiyeti Tiyatrosunun işleri iyiye gitmiyordu. Bu yüzden 1910 ramazanında birleşme kararı aldılar. Fazla uzun sürmeyecek olan bu birleşme Muhsin  Ertuğrul’un Vahram Papazyan’la tanışmasına vesile oldu.

Muhsin,Ailesi Aktör olmasına karşı çıkınca,evden ayrıldı ve 1911 yılında Tiyatro eğitimi için Paris’e gitti. Bu olay şöyle gelişti:

(Muhsin  Ertuğrul , Vahram Papazyan’la tanışır( 32 ). Vahram Papazyan İtalya’da Murat Rafaelyan mektebinde ve sonra da Ermeti Novelli’nin kumpanyasında aldığı tiyatro eğitimiyle  İstanbul’da ciddi bir karizmaya sahip. Muhsin’den sadece dört yaş büyük olmasına rağmen ona hocalık ediyor. Dreyfus adlı oyunda Reşat Rıdvan’ın yönettiği provalarda sürekli tekrarlardan bunalarak ağlamaya başlayan Muhsin’in yardımına Vahram Papazyan yetişiyor. Onu rolüne hazırlıyor ve bu güçlüğü aşmasını sağlıyor.

Genç Muhsin bu oyunlarda bir rumuz ile sahneye çıkıyor. “Ertuğrul Muhsin”. Bu adı ailesinden tiyatrocu olduğunu gizlemek için kullanıyor ama nafile. Program dergisindeki ad, eniştesinin dikkatli gözünden kaçmıyor. O gece evde eniştesiyle yaptığı kavganın ardından kendini İstanbul sokaklarına atıyor Muhsin. Ve soluğu Vahram’ın evinde alıyor. Vahram ona değerli bir öğüt veriyor: “Eğitim almadan yapamazsın. Mutlaka yurtdışına git.”) (33 )

2013 yılında Ermenistan’da basılan Pul Vahram Papazyan

 

1911 – PARİS GÜNLERİ

Ve … 1911’de Tiyatro eğitimi için Paris’e gider.20 yaşındadır.  COMEDIE FRANCAISE ve çeşitli tiyatro topluluklarının oyunlarını izler. Paris’teki Tiyatro çevreleri, Kafe’lerdeki aydın insanların sohbetleri, edebiyat ve müzikle geçen geceler onu büyülemiştir. Sinemada Film D’Art rüzgarı esmekteydi.

1908 yılına kadar çekilen filmler hareketli sokak görüntüleri,sirk, manzara,belgesel niteliğinde  olduğunu görmekteyiz.  Paul Lafitte adında bir Fransız 1908 yılında Comedie Française’in oyuncularına güvenerek, ‘’Societe de Production Le Film d’Art’’ firmasını kurdu. Amaçları tarihi,mitolojik,edebi eserleri filme çekerek, daha  sinemanın izleyicisini nüfusun daha kültürlü katmanlarına genişletmek hem de sinemayı “halkın büyük eğitimcisi” yapmaktı. . O dönemde sinema, tiyatro ve opera izleyicilerinin pek ilgilenmediği bir gösteriydi. Onları sinemaya taşımak için Le Film d’art, tiyatronun oyuncularını ve yönetmenlerini kullandı. 17 Kasım 1908 akşamı gösterilen,  Andre Calmettes ve Charles le Bargy’nin yönettiği ‘’ L’assassinat de Duc de Guise’’ filmi çok ilgi gördü. Le Temps gazetesinde film hakkında yorum ve eleştiri yayınlandı. Peşinden  1908 ‘’Baiser de Judas’’, 1909 ‘’Le Retour d’Ulysse’’, 1908 ‘’L’empreinte ou La Main Rouge ‘’ ,1909 ‘’L’Homme aux Poupees’’ filmleri çekildi.

Sinemaya sanatsal yaklaşımın önü açılmıştı. Sessiz dönem olmasına karşın,konulu,daha edebi eserlerin beyaz perdeye aktarılmasında sakınca yoktu. (seyirci bulamama diye bir engel yoktu)

Fransız Şanson’larının uluslararası üne kavuştuğu yıllardı.Paris Cabaret’leri meşhurdu. Sokaklara yayılmış Paris Cafe’leri (Cafe-Chantant ) modası vardı. Mont-Martre, Cartier Latin en popüler yerlerdi. Genelde işçi sınıfının hakim olduğu mekanlar sosyalist ve politik düşüncelerin tartışıldığı, ve politik ağırlıklı şarkıların söylendiği yerlerdi.1889’da kurulan (French Can-Can)’la meşhur  Moulin Rouge ,Mistinguett’le en hareketli günlerini yaşıyordu. ( 34)

1911 yılı Mistinguett

Folie Bergere,Le Chat Noir,Olympia en meşhur cabaret’lerdi.Eugenie Buffet, Berthe Sylva ve Marie Dubas, şansonları seslendiriyordu. (35) (36) (37)

Eugenie Buffet 1896 Les Ambassadeurs  afişi

(Berthe Sylva – On n’a pas tous les jours vingt ans-hergün 20 yaşında olunmaz )

 

O sene ağustos ayında Louvre Müzesinden Mona Lisa tablosu çalınmış ve Pablo Picasso hırsızlıkla suçlanmıştı.Paris dedikoduyla çalkalanıyordu. Picasso suçsuz bulundu,ama, Amerikalı koleksiyon avcıları üzerine  yoğunlaşıldı.(38) 1911 Mayıs ayında Paris’te TURQUERIE  sergisi açıldı.  Dekoratif Sanatlar Merkezi Birliği (L’Union centrale des arts décoratifs) tarafından örgütlenen 18. Yüzyıl’da Turquerie sergisi  büyük ilgi görmüştü. (39 )

1911 yılında Marie Curie (40), Radyum ve Polonyum keşfinden dolayı 2.nci Nobel Ödülünü kazanmıştı.

1911 eylül’ünde İtalyanlar Trablusgarp’a saldırmış ve 12 adayı işgal etmişti. I.Dünya Savaşı’nın sinyalleri vardı.

1911 yılında Montmartre’de Pablo Picasso (41) ve Kübizm rüzgarı esmekteydi. Picasso, Georges Braque (42) ile kübizmin temellerini atmıştı.

1911 yılında çekilen, yönetmen Albert Capellani (43)   ‘Notre Dame De Paris’’ filmi gösterilmekteydi. (44)

1911 yılında ‘’La Rotonde’’ Montparnasse’daki en meşhur Kafe idi. Tiyatrocular ve Sanatçılar müdavimiydi. (45)

1911 yılı sert ve tuhaf bir kış yapmıştı. Almanya’da Yeni yıl  Dresden Opera binasında Richard Strauss’un Pembe Şövalyesinin Premieri ile açılmış ve herkes, İtalyan ve Osmanlı güçleri arasındaki savaşta, tarihte ilk kez uçaktan fırlatılan bombanın şaşkınlığı içindeydi. (46)

Aynı yıl, Rus devrimcileri de Paris’te çalışmaktaydı. Lenin, Paris yakınlarında 2.440 nüfuslu Longjumeau köyünde, hem Çarlık gizli servisinin  Paris’te cirit atan zehir hafiyelerinden, hem de Fransız polisinin gözlerinden uzakta düzenlenecek Marksist bir yer altı partisi organize etme peşindeydi.(47)

Tarihteki ilk Sinema Salonu olan ( Cinema Omnia/Pathe ) ‘de film seyretmiş olmalıydı. Diğer salonlar ise Gaumont Theatre,Rio Opera,Les Templiers. Ve Louis Melies’in gösteri yaptığı Robert-Houdin Tiyatrosu’nda Melies’in gösterisini ve 1910 filmi  ‘’ Si J’etais le Roi’’ seyretmiş olmalıydı. (48)(49)

 

(cinema Omnia-Pathe)

Urban Gad’ın yönettiği The Abiss (50)(51) o senenin en çok ses getiren filmiydi.

I Dünya Savaşı yaklaşırken,politik açıdan Avrupa çok karışıktı. ‘’La Belle Epoque’’ toplumu içinden FANTOMAS doğdu.(1910-1911)yazarları Pierre Souvestre ve Marcel Allain ,bu aristokrat hırsız karakteri 32 romanla ,popüler kültüre soktular.(52) Aslında Arsen Lupen  1905’de yazar Maurice Leblanc  (53) tarafından yaratılmıştı.Belle Epoque’un aristokrat meşhur  centilmen hırsızıydı.

1911 yıllarında,Fransa’da sinemalarda  Pathe (54), Gaumont(55) rekabeti vardı. Louis Feuillade’ın (56)Vodvil çalışmalarından geliştirdiği senaryolar sayesinde Gaumont stüdyolarının kapıları  Louis Feuillade’a açıldı. Arkadaşı, Pathe stüdyoları ile çalışması için zorladığı halde ‘’Merci’’dedi… ben Gaumont’da film çekmeye başlayacağım ‘’ve hayatı boyunca Gaumont’ta kaldı. Muhsin Ertuğrul,1910 yapımı LE FESTIN DE BALTHAZAR  filmini seyretmiş olmalıydı.(57)  1911 ‘La vie Telle qu’elle est’ (58)  bir komedi filmiydi. Louis Feuillade’ın Asıl başarısı ise BEBE kısa dizi filmleriydi.

                             

Adrien Barrere çizimi Pathe Kardeşler                     Le Festin de Balthazar

 

1912 – TİYATRO ÇALIŞMALARI

1912’de Fransa’dan dönen Muhsin, ilk olarak arkadaşlarıyla bir ekip kurup Hamlet’i sahneliyor. Hamlet rolünde Ertuğrul Muhsin… Sonradan cahil cesareti olarak göreceği bu girişimi sürdürmek yerine yine Vahram Papazyan’ın da içinde olduğu bir kumpanyaya dahil oluyor . Yıl 1912. Binemeciyan kumpanyası sezona güçlü bir giriş yapıyor. Biraz Binemeciyan’ları tanıyalım.

Binemeciyan ailesinin hemen bütün kişileri uzun yıllar tiyatromuza emek vermişler. Rupen Binemeciyan Efendi, yıllarca Fasulyeciyan Kumpanyası’yla Bursa’da ve Gedikpaşa’da çalışmış. 1880’li yıllarda Gedikpaşa Tiyatrosun’da Rupen ve eşi Ağavni Binemeciyan birlikte oyunlar oynamışlar. Bu tiyatro Abdülhamit tarafından yıktırılınca Mınakyan tiyatrosunda yine birlikte çalışmışlar. Rupen Binemeciyan Meşrutiyet yıllarından önce ölüyor, ama Ağavni Binemeciyan  sahne hayatına devam ettiği gibi Meşrutiyet’ten sonra 1912’de bir kumpanya kuruyor. Bu kumpanyada kızı Eliza Binemeciyan ve oğlu Onnik Binemeciyan da değerli sanatçılar arasında. Vahram Papazyan ve Ertuğrul Muhsin bu kumpanyada tekrar buluşuyorlar .(59)

Küpeliyan adında bir Ermeni tüccarın finanse ettiği ve yine bir Ermeni olan Ağavni Binemeciyan’ın yönettiği tiyatroda Ermeni ve Müslüman oyuncular bir arada sahne alıyorlar. Mekan bugünkü Ses Tiyatrosu. Kumpanyadan küçük çapta bir Avrupa tiyatrosu diye bahsediyor Selami İzzet Sedes(60). Comedie Française’in yönetmeliğini uygulamış, oldukça seviyeli oyunlar üretmiş. Koyu melodramlardan oluşan eski repertuara bir nokta koyarak toplumsal içerikli oyunlara yer veren bu tiyatro Muhsin’in oyuncu olarak yükseldiği yer oluyor. Selami İzzet Sedes’ten, eskiden üçüncü derece oyuncu olarak görülen Ertuğrul Muhsin’in bu tiyatroda aldığı rollerle birinci dereceden oyuncular arasına girdiğini öğreniyoruz. Yani genç Muhsin ilk dersini Vahram Papazyan’dan, ikinci dersini de Binemeciyan’lardan alıyor.(61)

Muhsin Ertuğrul anılarında şöyle diyor:  Çocuktum, yaşamımı tiyatroya adadım: Hem sevdiğim bir işte, bir sanat kolunda çalışmak için, hem de bu sanat dalının toplumun yüreğinde çiçekler açtıracağına inandığım için… Bu inanç o kadar derine kök saldı ki, yarın kıyamet kopacağını bilsem bugün ‘bir tiyatro daha açarım’ diyecek ölçüde bir saplantı gibi. Saplantı sözcüğü abartılmış sayılmasın; tam anlamıyla yerinde. Çünkü, yeryüzünde tiyatronun binbir derde deva olduğuna inandım bir kez. Bütün kötülüklerin, insanın insandan kopmasından, uzaklaşmasından; birbirlerinin sıcaklığını, sevgisini duyamadıklarından doğduğuna inanç getirdim bir kez. Artık beni bu inançtan bu kanıdan kurtaramazdı kimse. Onun için, bu yolu doğru yol belledim.İyiliğe,güzele,gerçeğe çıkan yol………………………………….…(62)

1913 YILLARI – ERTUĞRUL SİNEMASI

Balkan Savaşı ve 1913 yılında gerçekleşen İttihat ve Terakki darbesi(63) tiyatro ortamını oldukça olumsuz etkiliyor. Ermenilerle Müslüman unsurların birbirinden kopuş yaşadığı yıllar bunlar. 1915’e giden sürecin başlangıcındayız. Artık tiyatromuzdan ciddi bir deneyim ve birikimin eksileceği, çoraklaşmanın yaşanacağı tarih. Ermeni vatandaşlarımız deneyimleriyle birlikte farklı ülkelere giderken Muhsin, yoluna Ertuğrul Muhsin olarak devam edecek ve tiyatromuzu kurumsallaştırarak geliştirmeye çalışacak.

1913’te Bursa’da Millet tiyatrosunda,İsmail Galip Arcan ve Behzat Butak ve Kemal Emin Bara ile birlikte bir çok eser sahneledi. İstanbul Şehzadebaşı’nda Ertuğrul Sineması’nı açtı (1913)Film gösterileri yanı sıra(Kanlık İçinde Buse,Fener Bekçileri) gibi tiyatro oyunları da sergiledi . (64 ) Bu tarz gösteri yapmayı, Paris’te Georges Melies’in Robert-Houdin tiyatrosunda izlemişti.

Şehzadebaşı,Direklerarası İstanbul’un bir zamanlar gözde eğlence mekanlarıydı. Şehzadebaşı’nda Sahne-i Heves Tiyatrosunda bir sinema salonu açıldı .Fakat başarılı olamadı,Salon,Musevi işletmeci tarafından ,aynı yerde tiyatro yapan Muhsin Ertuğrul’a devredildi.Muhsin Ertuğrul’da birkaç aylık denemeden sonra,civardaki bir kırtasiyeciye bırakarak Paris’e gitti.(bu kırtasiyeci geleceğin büyük sinemacılarından olacak olan KADRİ CEMALİ beydir. (65)

 

1913 – PARİS’E KAÇIŞ:

Serüvenci ruhunun dayatmasıyla 1910’ların Paris’ine gitmiş, oranın bohem havasına koşut olarak Quartier Latin’de bir tavan arasına yerleşerek kendi serüveninin yanında, gelecekteki Cumhuriyet’inde serüvenine de ortak olmuştu. 1913 yılında tekrar gittiğinde, Aslında Muhsin Ertuğrul,siyasi olaylara karıştığı için Paris’e kaçtı. Paris Konservatuar’ına girmeye çalıştı ama başaramadı. Tiyatrolarda ve Sinema stüdyolarında incelemeler yaptı. Andre Antoine (66) ile tanışarak Odeon Tiyatrosu’ndaki çalışmaları yakından izlemesi,ona aynı kişiyle, Darülbedayi’nin (Şehir Tiyatroları) kurulmasında ortak çalışma olanağı yarattığı gibi, bu kuruluşun yaşama geçmesinde de önemli bir rol oynadı. Bu olay, dışarıda bilgi-görgüsünü geliştirip döndüğünde bir sistemin parçası olmanın ötesinde, sisteme –kimi zaman- alternatif de olsa bir şeyler katılabileceğinin mümkün olduğunu  öğretmiştir. Muhsin Ertuğrul artık 22 yaşındadır. (67 )

Paris’te Jacques Copeau ile tanışmış, (68) Tiyatroda oyunların sahneye uygulanma, anlayış ve felsefesini benimsemiştir.

18-23 Haziran1913’te Paris’te Arap Kongresi toplanır. 184 Boulevard Saint-Germain’de bulunan Fransız Coğrafya Kurumu’nun (Société de Géographie) bir salonunda, , Osmanlı İmparatorluğu altında yaşayan Arap halkı için daha fazla özerkliği görüşmek üzere bir araya gelinmiştir.Osmanlı yağmalanmaktadır.

1913’te Jön Türk hareketi hızla devam etmektedir.Bu genç ve aydın Türkler,Paris’in özgür ortamında dünya ve memleket meselelerini ciddi bir şekilde incelemekte,çözüm arayışındadır.Nihayet, 1914’de 1.Dünya savaşı başlayacaktır. Muhsin Ertuğrul  bu aydınlardan biridir.  Jön Türkler 1913 yılında kendilerini “siyası fırka” olarak ilan etmiştir.

 

30 Mayıs 1913’te Londra Andlaşması ile 1.Balkan Savaşı sonunda Bulgaristan Krallığı kurulmuştur.

1913 yılı başından itibaren Ermeni komiteleri ortak bir organizasyonla, Hınçak Partisi’nden Sabah Gülyan, Taşnak Partisi’nden Minas Çeraz ve Avetis Ahoranyan ile Bogos Nubar Paşa Avrupa başkentlerini dolaşarak Ermenistan’ın özerkliği için taleplerde bulunmaya başlamışlardı. (69)

1913 yılında Coco Chanel  Arthur Edward ‘Boy’ Capel’in finanse ettiği Deauville’de bir butik açtı. Burada Chanel şapkalar, ceketler, kazaklar ve denizci bluzu olan marinière’i sattı. (70)

1913 yılında Paris’teki sinemalarda Max Linder’in bourlesque güldürü filmleri (71), ve Louis Feuillade’ın Fantomas’ı gösteriliyordu.

1913 yılında Hollywood sineması Paris’te salonları işgal etmişti. Mack Sennett’in Slap-Stick komedileri (72),Edwin Stanton Porter’in(73) uzun metraj ‘’The Count of Monte Cristo’(74), ve ‘’The Prisoner of Zenda’’ (75) gösterimdeydi. Thomas H.Ince’in  /76) yönettiği ‘’The Battle of Gettysburg’’ filmi ilgiyle izleniyordu. (77)

Muhsin Ertuğrul,1913’ te arkadaş olduğu ,oyuncu Suzanne Despres sayesinde,bir çok tiyatro topluluğu ile tanıştı. Tiyatro oyunları izledi.Lugne Poe’nin yönetmenliğini yaptığı,Suzanne Depres’in başrol oynadığı Modern Hamlet Uyarlaması’nın provalarını takip etti. Paris’ten gönderdiği bir yazısında ‘’Shakespeare’i ve Hamlet’i tanıtırken Suzanne Despres’ten bahseder ve 20 yüzyıl insanlarından farkı olmayan bir Hamlet rolünde ne kadar başarılı olduğundan bahsetti**. Comedie Francaise’den Paul Gravolet’den özel dersler aldı.(78)(79) I.Dünya savaşı başlarken İstanbul’a döndü.

** Efdal Sevinçli,(Meşrutiyetten Cumhuriyete,Tiyatrodan Sinemaya Muhsin Ertuğrul) Broy Yayınları,İstanbul,1987

** Şehbal Dergisi no.89 ,15 Ocak 1914

(Suzanne Despres 1908 yılı portresi)

1914 – İSTANBUL’A DÖNÜŞ :

1914 İstanbul’a döndüğünde,’’Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları’’ topluluğunu kurdu. Aynı yıl (Darulbedayi Osmani)(İstanbul Şehir Tiyatroları) kuruldu. Darülbedayi  Müzik ve Tiyatro okulu kuruluşunda Andre Antoine’a ve Reşad Rıdvan Bey’e yardımcı oldu ve kısa zamanda  Darülbedayi’de Yardımcı Öğretmen oldu.23 yaşında Darülbedayi Oyuncu kadrosundaydı. Darülbedayi’den izin alarak Berlin’e gitti , sinema ve tiyatro gözlemlerinde bulundu. ‘’Karanlıkta Işık’’ filminde oynadı.

 

1918 – BERLİN GÜNLERİ

  1. I. Dünya Savaşı’nın tam da göbeğine, Berlin’e giden Muhsin, savaşı en şiddetli şekilde hisseder. Berlin’i bir şans olarak düşünmüş ve hayallerle gitmiştir ancak Berlin hayallerinden çok uzaktır. Kentte büyük bir kaos ve şiddet hakimdir. Tiyatro alanındaki pek çok önemli yazar, yönetmen ve oyuncu savaştan dolayı cephelerdedir. Tiyatro binalarının yanı sıra evlerin birçoğu kullanılmaz ve yıkım içindedir. Darülbedayi’den ayrılan Muhsin Ertuğrul büyük bir kaos ve toz bulutunun içine sürüklenmiştir.

Lessing Tiyatrosu’na yönelir. Tiyatronun yönetmeni Bassermann, Ibsen ve Strindberg’e ilgi ve hayranlık duyduğundan ötürü onların oyunları üzerine çalışır. Çalışmaları büyük bir heyecan ve merakla izleyen Ertuğrul her şeyi not eder. İstanbul’a Darülbedayi’ye mektup yazar ancak Darülbedayi tiyatrocuya bir kınama mektubu yollar ve izin almadığı halde Berlin’e gittiği için ekseriyetle dönmesi gerektiğini belirtir.

Muhsin Ertuğrul Darülbedayi ile arasında olan sürtüşme yüzünden İstanbul’a dönmez ve hayatına Berlin’de devam etmeye karar verir. Arkadaşı Frau Wilke sayesinde irili ufaklı rollerle çeşitli filmlerde rol almaya başlamıştır. Hayatında ilk kez sinema filmlerinde rol almıştır ve sinemayla tanışmıştır. Almanya’da gitgide ismini duyurmaya başlayan sanatçının tek tanıdığı tabii ki Wilke değildir. Anılarında Almanya günlerinden bahsederken şöyle der:

(Avrupa tiyatrolarında çıraklık yapabilmek için sinemada figüranlık,aktörlük,rejisörlük ederek geçimimi sağlamam gerekiyordu.Onun için filmlerde kalabalık arasından başlayarak sırasıyla aktörlüğe,rejisörlüğe geçtim…….

(Kısa sürede film dünyasında birçok yapımcılarla,başrol oynıyan birçok yıldızlarıyla tanıştım.Artık Berlin’de kalıp ta tiyatro çalışmalarımı sürdürmek benim için hiç zor değildi.Pansiyonumun telefonu,aralıksız yeni rol için çağıran yapımcıların bıraktıkları haberlerle işliyordu.Geçim parası bir sorun olmaktan çıkmıştı.)

1918’de Alman sineması Ekspresyonizm akımının olduğu yıllardı dışavurumcu Alman Korku sineması başlamıştı. (80)Muhsin Ertuğrul muhtemel dir ki şu filmleri izledi:

‘’Der Student von Prague 1913)’’

  1. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde karakteristik özelliklerini oturtan Dışavurumcu Alman Sineması’nın gelişini öncülleyen Der Student von Prague, akımın en bilinen biçimsel özelliklerini tam olarak ihtiva etmese de içerik bakımından akımın en temel filmleriyle önemli benzerlikler gösterir.(81)

(1913-Der Student von Prag/ bir sahne)

(Homunculus, yönetmen Otto Rippert, 1916)Birinci Dünya Savaşı döneminde geçen Homunculus’ta ruhunun olmadığını ve sevmek duygusuna erişemediğini keşfeden Homunculus’un intikam almak için insanlığın üstüne gazap getirmesi anlatılır. (82)

(1916-Homunculus’tan bir sahne)

BERANIEN DÜŞESİ  1918

1918’de Muhsin Ertuğrul, Berlin’de “Beranien Düşesi” adlı filmde oynadı. (83) Yönetmen Ernst Reicher (1885-1936) sessiz dönemde tecrübeli bir aktördü.1918 yılı dahil 34 filmde rol almıştı. Yönetmen olarak bu 8.nci filmiydi.Bruno Kastner ,30 dan fazla filmde oynamıştı. Leopold Von Ledebur 20’ye yakın filmde oynamıştı ama, Aristokrat bir aileden geliyordu.Art Direktörü Manfred Noa  avantür,suç ve tarihi filmlerde yönetmenlik yapmıştı,sessiz sinemanın unutulmuş sinemacılarından dı.

Beranien Düşesi Film afişi

 

Muhsin Bey, sinemanın geleceğini sezmiş olmanın verdiği bir güvenle, o dönemler sinemanın kalbi sayılan Berlin’de, önce, Nabi Zeki Ekemen’le,(84)  İstanbul Film G.m.b.H şirketini kurar ve bu şirket adına da yönetmen – oyuncu olarak üç film birden yönetir:

 

1)  SAMSON ( ISTIRAP)  1919


(Samson afişi)


yönetmen: Muhsin Ertuğrul / Senaryo: Muhsin Ertuğrul,Maurice Level / görüntü : Gustave Preiss / oyuncular: Margit Barnay,Muhsin Ertuğrul,LiseWilke,Robert Sholz / yapımcı: Nabi Zeki Ekemen / İstanbul Film/ Almanya / 1922 /Sessiz/

Şirketin ilk filmi için Fransız yazar  Maurice Level’in L’Angoisse (85) isimli romanında karar kılınır. Filmin kadrosunu oluşturmak için hemen kolları sıvar ancak hem ucuz hem de iyi oyuncu bulmaları gerekmektedir. Uğraşlar sonucu kadrosunu oluşturmuş, görüntü yönetmenliğine de Gustave Preiss’i getirmiştir(86) . Böylece Muhsin Ertuğrul’un ilk filmi olan Samson, Kendi Kendinin Katili  filmi tamamlanmış ve Almanya’da şaşırtıcı bir gişe başarısı getirmiştir.

Film Istırap adıyla Türkiye’de 1922’de gösterildi. Görüntü yönetmeni Gustave Preiss’ın 25.nci filmidir.Sessiz dönemin tecrübeli sinematografı. Sesli döneme ayak uyduramayıp işi bıraktı.

Oyunculara gelince; Margit Barnay, 48 filmde oynamış tecrübeli bir Alman Artist.  Lise Wilke ‘nin ise oynadığı ilk film.  Robert Sholz 94 filmde oynamış tecrübeli bir Alman aktör. Bu filmin önemli bir kadro içerdiğini görüyoruz.

Konusu ise , Genç bir gazeteci, şans eseri üç katilin cinayet işledikleri yeri keşfeder. Cinayet ve çevresini incelediğinde suçluların bıraktığı izleri araştırarak bir roman yazmak ister.Acaba Kendisi yaşıyacak mıdır?,

 

2) DAS FEST DER SCHWARZEN TULPE

  • filmden bir kare

/SİYAH LALE FESTİVALİ / yönetmen: Marie Louise Droop,Muhsin Ertuğrul / senaryo : Marie Louise Droop,Alexandre Dumas / görüntü : Gustave Preiss / oyuncular : Theodor Becker,Friedrich Berger ,Carl De Vogt,Tronier Funder / yapımcı : Marie Louise Droop / Almanya / 1920 / 1 saat 22 dakika  /Sessiz/

Das Fest der Schwarzen Tulpe – Kara Lale Bayramı filminde Senaryo ve yönetimde beraber çalıştığı Marie Luise Droop (1890-1959)’un sessiz dönem Alman sinemasında aktif olduğunu görüyoruz.44 senaryo yazmış . I.Dünya savaşı günlerinde Danimarka’da Nordisk Film için çalışmış.1920’de Ustad Film firmasını kurmuş.Yazar Karl May’in hayranı olarak romanlarından senaryolar yazmış.

Görüntü yönetmeni Gustave Preiss bu filmde de çalışmış.  Oyunculardan Carl De Vogt ( 1885-1970 ) ile tanışmış olması önemli. Sessiz sinemada başarılı bir kariyere sahip.Fritz Lang’ın erken dönem filmlerinde oynamış (87) . Sesli dönemde ise yıldızı sönmüş.Aslında bir tiyatro adamı ve şarkıcı eğitimi almış.Nasyonal Sosyalizm taraftarı olduğunu ve 1933 te parti üyesi olduğu biliniyor.

Konusu ise; Hollanda’nın bağımsızlık mücadelesi içerisinde olduğu dönemde Cornelis de Witt tutuklanır ve öldürülür. Cornelis de Witt ile kardeşinin bu süreçte yaşadıkları konu edilir.

3)  DIE TEUFELSANBETER

DIE TEUFELSANBETER/ yönetmen: Marie Luise Droop,Muhsin Ertuğrul / senaryo: Marie Luise Droop,Karl May / görüntü: Josef Rona / oyuncular: Carl de Vogt,Meinhart Maur,Tronier Funder,Bela Lugosi,Fred Immier, Gustav Kirchberg / Almanya/1921/sessiz


 Şeytana Tapanlar (1921).filmi, Alman dışavurum sineması örneklerindendi (88). Muhsin Ertuğrul bu filmde yardımcı yönetmen olarak görev aldığı sanılmaktadır. Hikayenin yazarı Karl May(1842-1912) ,saksonyalı,ve Western macera romanlarıyla tanınan bir Alman yazardı.(89)

O yıllarda Türkiye’de epey ilkel bir şekilde çekilen birkaç filmi saymazsak, Muhsin Bey’in çektiği bu filmler, ve, yurtdışında kurduğu bu şirket,Türk sinema tarihinde bir ilktir.

Yakın arkadaşı İsmail Galip Arcan’dan aldığı mektup üzerine Ertuğrul İstanbul’a dönmeye karar verir. Mektupta; Darülbedayi’nin dağıldığının kendisinin de Paris’e yerleşeceği yazmaktadır. Ertuğrul ise karşı çıkarak inandığımız şeyleri bırakmamalıyız diyerek İstanbul’a dönmeye karar vermiştir. Arada tekrar Avusturya ve Almanya’ya gitse de kesin olarak dönüşü Seden Kardeşler ile anlaşmasıyla gerçekleşir. Kemal Film dönemi başlamıştır.  ( 90 )

Muhsin Ertuğrul’ûn anılarından ;  …Memlekete dönünce dışarda öğrendiklerimi  burada da uygulamaya çalıştım. Tek bir çekim makinası,tek bir projektör,tek bir stüdyo ,tek bir sermayedar,tek bir teknİsyen yokken,en ilkel araçlarla,en az harcamalarla işe başladım. Amacım bu yokluk içinde bile bir şeyler yapılabilecedğini göstermekti. Zaman sınırı ve para kazanma hırsı olmadan bir film çevirmeyi ben de isterim ,ama ollmadı işte …)

Berlin’den sonra 1921’de Viyana’ya,1924’de Kopenhag üstünden Stockholm’e gitti.Strindberg’in 75.yıl kutlamalarına katıldı. ‘’Eğer hükümet tiyatroları arasında (Paris,Berlin,Viyana,Stockholm) bir mukayese yapılırsa Viyana birinciliği,Stockholm ikinciliği alır) sözü ona aittir.  *

  • Muhsin Ertuğrul /Moskova Notları- , Tuncay Birkan ,Can Yayınları,İstanbul,2023

1922 ÖNCESİ TÜRK SİNEMASI

1914 öncesi bölümü giriş kısmında anlatmıştık. 1914 ve sonrasına bakarsak;

İlk Türk Sinemacısı Fuat Uzkınay ve Ayastefanos Abidesi, 14 Kasım 1914, Yeşilköyİstanbul.

Fuat Uzkınay

 

 

İlk Türk sinemacı Ali Fuat Uzkınay’ın teşvikiyle ,ve film ithalatçısı Fernando Franko’nun ısrarıyla(91), Şakir ve Kemal Seden kardeşler .amcaları lokantacı Ali Efendiyi ikna ederek,6 temmuz 1914 de Sirkeci’de şimdiki Musul otelinin altında, şekercinin yanında ALİ EFENDİ SİNEMASI’nı açarlar. İşleri iyi gidince Demirkapı’da KEMAL BEY SİNEMASI’nı açtılar. Şehzadebaşındaki Milli sinemayı alarak ALİ EFENDİ SİNEMASI yaptılar.

(Kemal Bey Sineması, Kemal Film tarafından Sirkeci’de 1914 ‘de açılmıştı.Kemal Seden ve Şakir seden’e aitti .)

İLK FİLMLER.İLK SİNEMACILAR

Bu dönemde İlk Görüntü Yönetmenlerinden olan Kenan Erginsoy’u  (1903-1967) anmamız gerekir.1914’de Merkez Ordu Sinema Dairesinde çalışmaya başlamıştı. 1917’de Almanya’ya gitti. I.Dünya savaşı yıllarıydı. Film piyasasının durgunluğunu fırsat bilerek, İttihat ve Terakki Fırkası’nın Adliye Nazırlarından Necmettin Molla, Münih Konsolosu İsmail Hakkı Bey, Sadrazam Esat Paşanın oğlu Celal Esat Arseven ve Kenan Erginsoy, ”Transorient Film” isminde bir şirket kurarlar. Arseven senaryo yazarı ve yönetmen, Erginsoy ise görüntü yönetmeni olur. Konu Goethe’nin Faust isimli eserinin çağdaş bir uyarlamasıdır (Dıe Tote Watch-Ölü Uyanıyor) filmini yapacaklardır. Oyuncular bulunur. O sıralarda işsiz olan Lidia Ley, Devlet Tiyatrosundan Kurt Sticler ve bir kaç profesyonel daha uygun görülür. Sonradan Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü olan Nejat Sirer da projeye girer. Celal Arseven ayrıntılı bir çekim planı hazırlamıştır. Münih’te bir stüdyo kiraladıktan sonra iki hafta içinde Die Tote Watch isimli (Ölü Uyanıyor) filmin çekimleri tamamlanır. Bu arada Savaş biter ve film piyasası canlanır. Film ancak maliyetine satılabilmiştir. Yine de Erginsoy bu film ile görüntü yönetmenliğine başlamış olur. Ülkeye döndüğünde Müdafaa-i Milliye Cemiyeti Sinema Atölyesi için propaganda amaçlı belgesel filmler çekti. ‘’Alemdar Mustafa Paşa’’ filminde götüntü yönetmenliği yaptı.****

****( Sonsuz Acı (1946), Karacaoğlan (1955) filmlerini görüntüledi. Bir süre Cumhuriyet Halk Partisi adına sinema çalışmaları yaptı. 1951’de Mehmetçik Kore’de adlı belgesel filmle ilk kez yönetmenliği denedi. Uzun yıllar Münih’te yaşadı. 1967 yılında İstanbul’da vefat etti.— Kamera Arkası web sayfası) ****

I.Dünya savaşında yedek subay olan Fuat Uzkınay ,’’AYASTEFANOS’TAKİ  RUS ABİDESİNİN YIKILIŞI’’ ilk Türk filmini çeker 14 kasım 1914’te gösterime girer.150 metre uzunluğunda belgeseldir.(bu filmin ilk Türk filmi olduğu tartışmalıdır)

 

Osmanlı İmparatorluğu Başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa.sinemanın önemini kavrıyarak 1915’te MERKEZ ORDU SİNEMA DAİRESİ’ni kurar(MOSD). başına  Sıgmund Weinberg’i getirir. Fuat Uzkınay’da yardımcısı olur.Savaşla ilgi ve Türkiye’yi ziyaret eden yabancı İmparatorların belgesellerini çekerler.

MOSD’un İstanbul’da çektiği filmlerden bazıları şunlardır: 1917 yılında ‘’Alman İmparatoru II. Wilhelm Askerî Müzeyi Ziyareti”. 1918 yılında, “Abdülhamid’in Cenaze Merasimi”, “Sultan Reşad’ın Cenaze Merasimi”, “Vahdeddin’in Biat Töreni” ve “Vahdeddin’in Kılıç Alayı” filmleridir.

ilk konulu Türk filmi için Enver Paşayı ikna ederler. İlk konulu film denemesi ‘Leblebici Horhor Ağa’ (92) 1916 yılında  MOSD tarafından çekilirken.oyunculardan biri ölünce yarıda kalır. Daha sonraları Muhsin Ertuğrul 1923 yılında ‘’Leblebici Horhor’’ adıyla sessiz bir film yapacak, 1934 yılında ise ‘’Leblebici Horhor Ağa ‘’ adıyla sesli versiyonu yapacaktır. Esasen  1916 yıllarında sinemalarda yabancı komedi filmleri çok izlenirdi.   Pathe Freres firmasından Max Linder  komedileri, Gaumont firmasından ‘’ Bout De Zan ‘’ seri filmleri (93), Hollywood’dan  Şarlo (Charlie Chaplin)  seri filmleri (94), Harold Lloyd’dan ‘’Lonesome Luke’’ seri filmleri(95), Mack Sennett’ten slap stick komediler (96) çok tutulmuş,Türkiye seyircisini komedi izlemeye yatkınlığı artmıştır. Bu tarz komedi filmlerde sessiz sinemayı izleyip  anlamak için lisan bilme gereği de yoktur. Sahnedeki hareket ve filmin akışı,oyuncuların el kol hareketleri ve mimikleri  konuyu anlaşılır kılmakta,ve seyirci esprilere katıla katıla gülmektedir. ‘’Leblebici Horhor Ağa’’ filminin seyircinin komedi beklentisini karşılıyacağı düşünülmüş ,ama ne yazık ki bitirilememiştir. Daha sonralarda ‘’Bican Efendi’’ seri filmleri Türk seyircisine sunulacaktır.

İkinci konulu film denemesi ‘Himmet Ağanın İzdivacı’ dır.(97) 1914 yılında çekilmeye başlanan film 1918 yılında gösterime girdi.Filmin oyuncuları, çekimler sırasında savaştan dolayı askere alındığından çekimler yarım kalmış ve o süre içinde Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı çekilmiştir.

1869 yılında Ahmet Vefik Paşa(98)  tarafından Moliere’in(99) ‘Le Marriage Force’ adlı oyunundan “Zor Nikah” adı ile yapılan tercümeye dayanmaktadır. Oyuncuları, bu piyesi daha önce defalarca sahneye koyan Arşak Benliyan’a ait (100) operet kumpanyasının sanatçılarından oluşmakta idi.

Sigmund Weinberg, bu filmi çekmeye başladığında Romanya’ya harp ilan edildiği için memleketi terk etmiş, daha sonra filmin yönetmenliğini Reşad Rıdvan  yapmış, operatörlüğü de Fuat Uzkınay üstlenmiş ve film 1918 yılında bitmiştir. Vahram Balıkçıyan ise  (101) filmin çekildikten sonra İngiltere’ye götürüldüğünü ve orada gösterime girdikten sonra geri dönmediğini belirtmektedir. Sinema yazarı Nurullah Tilgen’in (102) yayınlanmamış notlarına göre yarım kalan filmi Fuat Uzkınay değil, dönemin ünlü tiyatrocularından Reşat Rıdvan tamamlamıştı.

 

1916 yılında ‘Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’ Almanya’dan getirdiği aletlerle,savaştan haberler yapmaya başlar.1917’de belge filmi yönetimini Fuat Uzkınay’a verir, ve ,20 yaşında olan Sedat Sımavi (103) iki konulu film yapar: ‘’PENÇE’’ ve ‘’CASUS’’ (104)   (105) ,  1918 yılında ‘’ALEMDAR MUSTAFA PAŞA’’ filmi çekilir.(106)

 

‘Pençe’ filmini Muhsin Ertuğrul Almanya’da izler. Tepkisi müthiştir.1918 yılında Temaşa dergisinde E.M. imzasıyla yazdığı eleştiride, şöyle der;

 

‘’Evvelki sene  Müdafa-i Milliye cemiyetinin filmlerini seyredenler, daha evvel İtalya’nın,Fransa’nın ve Almanya’nın pek sanatkarane yapılmış şeritlerini gördükleri için,kapıdan çıkarken yanlarındakine bir şey söylemeye cesaret etmeksizin  hayalarından yüzlerini kapayarak çıkmışlardır.’’Pençe’’ namıyla  ortaya atılan o saçma sapan şeylerin birbirine eklenmesinden ‘’ oluşan şerit,ülkemizde yalnız güzel sanatlarla ilgisi bulunanları değil,’Her Türk’ü utandırmıştır.’’ Herkes pek yabancısı olduğumuz bu sanata karşı biraz daha az yüksekten uçmamızı milli haysiyet adına temenni etmiştir. Nitekim ‘’ ilk milli şerit ve mevzu olmasına’’ ve oyuncular başkentin en iyilerinden seçilmesine rağmen,eserdeki teknik hatalar bu filmi iğrenç bir dereceye indirmiştir.’’

 

Bir sonraki eleştiri yazısında ise şunları söyler;

Geçen sene meydana çıkarılan ‘’Pençe’’ namındaki saçma,adi bir şeridi satmak üzere Berlin’e gönderdikleri zaman,tabloya aksettiren makinist ve almak isteyen müdür;kendi kendinizi terzil için   bundan daha fazla bir şey yapamazdınız diyerek orada bulunan bir Türk’ü utandırmıştı. Hem ne hacet,hepimiz Türk olduğumuz halde,payitahtta bu saçma şeridi beğenen oldumu?  Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin  bu işe girmesinde makul bir sebeb olabilir. O da lehimize propaganda yapmak. Bilakis kendi kendimizi ne kadar çok düşürmek istesek,Berlin’e gönderilen  ve oradaki konsolosumuz vasıtasıyla Türk tebaasından bir sinema şirketi müdürüne iltimasla satılmak istenilen o adi mevzulu ‘’Pençe’’ nam,iğrenç şeritten daha fazlasına muktedir olamazdık. Müdafa-i Milliye Cemiyeti’nin yaptığı şeritlerin manevi faydası işte bu!

 

Aslında Muhsin Ertuğrul ,Cemiyetin sinemaya el atmasını son derece sevindiği halde,Berlin’de ‘Pençe’ yi seyrettiği günü (Uğursuz bir gündü) diye anımsamaktadır. . Ancak çekilen filmler onu hüsrana uğratmıştır.  Sedat Sımavi Ertuğrul’un yakın arkadaşı olduğu halde ağır eleştirilerine devam etmiştir. (107) (108)

     

 

 

1917 yapımı ‘’Casus’’ filminde :  I. Dünya Savaşı‘nda geçen bir casusluk serüveni anlatılmaktadır.

1918 yapımı ‘’Alemdar Mustafa Paşa’’ : “tarihte şanlı bir sayfa” olarak görülen Alemdar Vakası‘nı ele alır.  ilk tarihî film denemesidir; I. Dünya Savaşı Osmanlı Devleti‘nin yenilgisi ile sonlanıp; İstanbul’un işgale uğraması üzerine, filmin montajı henüz tamamlanmadan Cemiyet’teki tüm belge ve filmlere el konulmuş ve film kaybolmuştur.

 Filmin çekimi basında çeşitli tartışmalara yol açtı. İlk karşı çıkanlardan biri de Muhsin Ertuğrul oldu. Ertuğrul şöyle diyordu: …”maalesef öğrendik ki yine, hem de tarihimizin en şanlı sahifelerinden birini ihtiva eden Alemdar Vak’ası da sinema objektifi önünde çevrilmeğe başlanmış, Nasıl ve ne şerait altında böyle oldukça ağır bir yükün altına girildiğini bilmiyoruz. Fakat elimizdeki vesait ile yine sahnelerimizde temsil edile gelmekte olduğu gibi yapılacaksa, hürmetten başka bizden hiçbir şey beklemeyen, medar-ı iftiharımız olan büyüklerimizin ruhunu bu suretle incitmemiş olsak daha iyi olur  (109)

1919 yılında Ahmet Fehim Efendi iki film yapar. ‘’ Mürebbiye’’ ve ‘’Binnaz’’. (110) (111) Bu filmler ilk defa kadını ön plana çıkaran çalışmalardır.

Mürebbiye filmi,ilk sansür edilen film olur. Konuda Fransa’da dostuyla kavga edip İstanbul’da, mürebbiye olarak girdiği Dehri Efendi’nin evinde Angel’in sebep olduğu olaylar anlatılmaktaydı.  işgal altında olan İstanbul‘daki işgal kuvvetlerinde görevli Fransız subayı General Franchet D’Esperey‘in (112)  “Bir Fransız kızının, bu şekilde ahlaksızca gösterilemeyeceği, Anjel’in şahsında Fransızların küçük düşürüldüğü” ileri sürüldü. Ancak film yasaklanmasına rağmen gizlice gösterime girer.

Binnaz ,tarihi temalı bir filmdi. 55.000 TL hasılat sağlanmış,ve ilk defa yurt dışına satılan filmdi.                     .
Konusu: Bir gün Binnaz’ın kapısını bir delikanlı çalar. Bu güzelin ününü duymuştur. Bu genç, Tuna boylarından kalkıp İstanbul’a gelmiş olan Hamza Bey’dir. Hamza; Binnaz’ın evine giderken, yolda serserilerin saldırısına uğrar. Rastlantı o ki, aynı zamanda oradan geçmekte olan Efe Ahmet, tarafından kurtarılır. Efe Ahmet karanlıkta yüzünü seçemediği bu adama işlemeli bir yeniçeri hançerini verir. Binnaz’ın evine gelen Hamza, Binnaz’a aşkını ilan eder, Binnaz onu tatlılıkla gönderir. Daha sonra yeniçeri kahvesinde Binnaz yüzünden Ahmet Efe ile Hamza Bey arasında bir kavga çıkar, Hamza bey bıçakla yaralanır. Efe zindana atılırsa da Binnaz’ın zindan bekçisini etkilemesi sayesinde, buradan kaçar. Bu arada Hamza Bey, Sadrazam’dan Efe Ahmet için bir ferman alır. Bu, Binnaz’la aralarında bir yakınlığın doğmasına yol açar.  (vikipedi)

Cemil Filmer’in hatıratından:   . Cemiyet masrafları kontrol etmek üzere bir memur görevlendirir. Darülbedayi sanatkarlarından Behzat Butak ile Raşit Rıza oynayacaktır, Ermeni kadın oyuncular da vardır. Dahili sahneleri Cemiyetin bahçesindeki dekorlar içinde çekecek, harici sahneler Gülhane Parkı’nda çekilecektir. “Çekim sırasında başımızda bulunan görevli devamlı işe karışıyor, fazla masraf olmasın diye bizi uyarıyordu. Bir sahnede karısına sinirlenen evin beyi masada duran sürahiyi kaptığı gibi fırlatacak, duvardaki aynaya değen sürahi ayna ile birlikte kırılacaktı. Görevli memur hem sürahi hem ayna diye itiraz etti. Ahmet Fehim Efendi nüktedan bir zat idi. ‘Kuzum efendim, cam sürahi yerine toprak testi kullanırız ayna yerine de fırlayan testi, pencereden dışarı gider olur biter’ dedi. Görevli bu sefer ‘O zaman dekorun gerisinde biri dursun da testiyi düşmeden yakalasın’ demez mi?    (113)

‘’Binnaz Filmi bitmiş ve o yılların imkânları ile güzel bir filim olmuştu.’ Altı bobin falan tutmuştu. Bunun şerefine Fuat Bey bir yemek verdi. Filme emeği geçenler Cemiyet’in bahçesindeki terasta eğlenceli bir yemek yedik. (Cemil Filmer Hatıratından)

mürebbiye’den bir sahne

 

İlk sinemacılardan,önemli bir isim olan Cemil Filmer(114 ), Balkan Harbi sırasında “Ordu Film Merkezi”nde sinemayla tanışır. Fotoğraf çekme becerisi nedeniyle Fahrettin Altay Paşa’nın emriyle cepheden İstanbul’a “Ordu Film Merkezi”ne gönderilir. Beyazıt’ta üniversite binasının bahçesinde sol kolda Şehzadebaşı’na doğru açılan kapının yanındaki tek katlı bina “Ordu Sinema-Filim Merkezi”ydi. Merkezin başında Fuat Uzkınay vardı. “Enver Paşa Alman ordusunda bulunan Foto-film merkezinin benzerini bizde de kurmak istediğinden bu teşkilatı kurdurmuştu. Kolordulardan gelecek teğmenler burada sinema sanatının, teknik yönlerini öğrenecek ve aletleri ile birlikte yeniden görev yerlerine döneceklerdi. Cemil Filmer,Fuat Uzkınay’ın muavini oldu.Bu sırada Harbiye’de Sipahi Ocağı denilen mekanda MOSD belgesel filmleri gösterilmekteydi.

Halk arasındaki ilişkileri geliştirmek amacıyla 1913 yılında kurulan “Müdafaa-i Milliye Cemiyeti”, 1916 yılında, gelir kaynaklarını artırmak amacıyla sinema çalışmalarına başlamıştı. Bu cemiyet, 1917 yılında Türk sinemasının ilk konulu filmleri olan Pençe ve Casus’u yapmıştı.. Ancak 1918 yılında I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesi’ni imzalamak zorunda kalmış; yapılan antlaşma uyarınca da İtilaf devletleri tarafından bütün ulaşım ve iletişim araçlarına el konulmuştu. MOSD ve Müdafaa-i Milliye Cemiyetinin elindeki sinema çekim ve gösterim aygıtları da bu uygulama kapsamındadır. İtilaf devletlerinin ellerindeki sinema araçlarına el koymasını istemeyen bu iki kurum, ellerindeki tüm sinema araç gereçlerini, 1919 yılında, Malul Gaziler Cemiyetine devrederler. Sinema cihazlarını devralan Malul Gaziler Cemiyeti, film çekimine başlar.

1921 yılında ilk komedi filmi yapılır.Yönetmen Hüseyin Şadi Karagözoğlu’dur (115)  ,filmin adı ‘’Bican Efendi Vekilharç’’tır.  Bir köşkte vekilharç olarak görev yapan Bican Efendi’nin öyküsünü anlatmaktadır. Film, Türk sinemasındaki ilk komedi filmidir. Çok ilgi görünce, ‘’Bican Efendi Mektep Hocası’’ ve ‘’Bican Efendinin Rüyası’’ seri filmleri yapılır. (116)

Mütarekeden sonra Dârülbedayi‘de çeşitli roller üstlenen Şadi Karagözoğlu, 24 Aralık 1917’de toplanan Yönetim Kurulu kararıyla Muhsin Ertuğrul ile birlikte “serkeşlikten dolayı” kaydıyla işten çıkarılır, bir ay sonra tekrar kadroya alınır.  Daniel Riche’nin (117) Bahane (Le Pretexte) oyunundan İbnürrefik Ahmet Nuri’nin özgün bir şekilde uyarladığı Hisse-i Şayia isimli oyunda Bican Efendi tiplemesini canlandırır. Bican Efendi rolündeki başarısı üzerine, bu isim ona lâkap olur.

İşgal altındaki İstanbul’da izleyicileri güldürmek için komedi türünde bir film çevirmek isteyen oyuncu, bir Charlie Chaplin filmi izledikten sonra ‘Bican Efendi’yi “Şarlo” gibi kısa skeçler halinde filme çekmeye karar verir.] Malûl Gaziler Cemiyeti hesabına çektiği bu filmlerde hem senarist, hem yönetmen, hem oyuncu idi. Türk sinemasının ilk seri filmleri olan Bican Efendi filmleri, Türk sinema tarihinin ilk gülmece filmlerindendir. Seri, “Bican Efendi Mektep Hocası“, “Bican Efendi’nin Rüyası“, “Bican Efendi Vekilharç“, “Bican Efendi Damat” gibi adları olan kısa filmlerden oluşuyordu.

İLK SİNEMALAR,İLK FİLM ŞİRKETLERİ

Az sayıda olan sinemalarda 1910’dan beri, Pathe News gösterilmekteydi. Gaumont ve Pathe firmalarının dağıttıkları filmler İstanbul’da seyrediliyordu.Bu kanallardan Hollywood yapımı sessiz filmler de sinema salonlarına dağıtılıyordu. Kemal Film’de ithalat yapan firmalardan biriydi. (118)

M.Ertuğrul Berlin’den dönünce Türkiye’de sinema üzerine araştırma yapmış, Sultan Reşat (V.Mehmet) şehzadelerinden Ziyaeddin Beyle anlaşarak, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti tekelinde olan Türk sinemasına alternatif olarak ilk özel yapımevi ‘Bozkurt Film’in kurulması için girişimlerde bulunmuştur. M.E.anılarından:

(Türk hayatına ait eserler temsil ederek hayat ve adatımızı ecnebi memleketlerin sanat alemlerinde tanıtmak emeliyle Şehzade Ziyaettin Efendi himayesinde ‘Bozkurt’ namıyla bir film müessesi teşkil edildiği haber alınmıştır. Müessese şimdilik hazırlıklarını ikmal ile meşgul oluyor. Baharda milli bir eserle başlayacaktır.)   Ancak bu girişim hiçbir faaliyette bulunmadan kapanmıştır.

Kemal Film şirketi 1922 senesinde kurulur.kendi film stüdyolarını kurmaya ve yerli film üretimine geçmeye karar veren Kemal ve Şakir Seden, Haliç kıyılarında bulunan Feshane fabrikasının dikimevi bölümünü askeriyeden kiralayarak “Kemal Film Stüdyosu”nu kurdular.Böylelikle Türk sinema tarihinde yeni bir dönem açılmış oldu.

İstanbul’un sinemadaki öncelikli rolü, Cumhuriyet’in ilan edilip Ankara’nın başkent ilan edildiği 1923 yılından sonra da devam etmiştir. Çünkü İstanbul, başkent olma özelliğini kaybetse de ekonomi, ticaret ve kültür/sanat merkezi olma özelliğini devam ettirmekteydi. Dolayısıyla, sinemanın gelişmesini sağlayacak altyapı İstanbul’daydı.

1920’li yıllarda İstanbul’da önemli film yapım firmaları faaliyetlerini devam ettirmekte ya da yeni kurulmaktaydı.

. Mehmet Rauf Sirman, oğulları; Balcı Naim ve Vassilaki Papayonopulos tarafından 1924 yılında Opera Film kuruldu.

1922 yılında Elhamra Sineması’nın işletmesini alarak, sinema sektörüne giren İpekçi ailesi 1928 yılında İpek Film’i kurdular.

1924 yılında  Cemil Filmer ve kardeşi Tevfik Bey tarafından Lale Film kuruldu.

Halil Kâmil Bey tarafından 1929 yılında Ha-Ka Film kuruldu .

Şirketlerin önemli kısmının idare merkezi Galata ve Beyoğlu’ndaydı.

İlginç bir olay da Vapurda Sinema Gösterisidir. 1908 yılının Haziran ayında iki müteşebbis Fransız vatandaşı,Şirket-i Hayriye’nin kullanım dışı olan vapurlardan birini kiralayıp içine Sinematograf makinesi koyarlar.Boğaziçi iskeleleri,adalar,Kadıköy,Bakırköy sahillerinde sinema gösterisi yapmak isterler,ancak , bu girişim Yıldız Sarayı Hümayunu Baş Kitabet Dairesi tarafından reddedilir.

 

İstanbul’daki bazı sinema salonları şunlardı:

Pathe Sineması,Sigmund Weinberg’in girişimiyle,İstanbul’da açılmış ilk yer sinema olma özelliğini taşır Pathé Sineması 1908 yılında, Fransız Şirket Pathé Frères (Pathé Kardeşler) tarafından kurulmuştur. Sinema binası, Tepebaşı Tiyatrosu’nun komedi bölümü ya da amfi tiyatro olarak bilinen bölümünde açılmıştır. Tarihsel süreç içinde ismi 1916 yılında Belediye, 1918 yılında Amphi, 1924 yılında Asri, 1941 yılında ise Ses Sineması olarak değiştirilmiş, 1942 yılı sonrasında Şehir Tiyatroları tarafından kullanılmıştır. Yapı 1958 yılında, kullanılmasına imkân olmadığına karar verilerek yıkılmıştır.

Fuat Uzkınay’ın Üsküdar da açtığı yazlık sinemalardan biri (aile albümünden)

Majik Sineması/1914 yılında inşa edilen binanın mimarı Giulio Mongeri’dir.

  Elhamra Sineması, geçmişte İstanbul‘da yer almış tarihi bir sinema salonu ve tiyatro sahnesidir.

İstiklal Caddesi‘nde, eski adıyla Grande Rue de Pera’da, 320 numarada bulunan ve “Fransız Tiyatrosu” adı verilen binanın, 1831’de çıkan büyük bir yangında yanarak kül olmasının ardından, binanın yerine bir İtalyan (Giustiniani) tarafından yaptırılan yeni ve görkemli bina yeniden tiyatro olarak inşa edilmiştir. sekizer kişilik 26 locası ve altın yaldızlarla, ön sıralardaki deri koltuklarla, kubbe şeklindeki tavanıyla süslü bina, Kristal Palas adıyla anılmaktaysa da iş yapamaması üzerine el değiştirerek bir süre halı ve mobilya dükkânı olarak kullanılır. Arapzade Sait Bey’in binayı satınalmasıyla; 1923 yılında Elhamra Sineması haline gelir.

Sinema afişleri

 

İpek Sineması 1924 yılında Beyoğlu’nda ‘Circle D’orient’’ binası içinde açıldı.( 119) İpek filmin sahibi,İpek kardeşlere aitti.

CINE PALACE (AYNALI SİNEMA)1915’te Beyoğlu,şimdiki Akbank’ın olduğu yerdeydi. Sinemanın bulunduğu binanın inşa tarihi 1914’tür, sahibi ise S. Amar’dır., Sigmund Weinberg tarafından işletilen sinema, o dönemde İstanbul’un 125 kişilik tek sinemasıdır. Giriş holünün tavanında yer alan yekpare ayna sebebiyle Aynalı Sinema olarak bilinen Cine Palace, Enver Paşa gibi dönemin önde gelenlerinin tercih ettiği bir salon olmuştur. Cine Palace 1925’te Eden adını almış, Kadri Cemali ve Cevat Boyer’in işletmesine geçtikten sonra, 1925’te kapasitesi 300 koltuğa çıkarılarak Şık Sineması adıyla faaliyetlerine devam etmiştir.

MELEK SİNEMASI, 1924 yılında Yeşilçam Sokak’ta faaliyete başlamıştır. Kaynaklara göre, I. Meşrutiyet dönemi vezirlerinden Abraham (Karakahya) Paşa’nın emriyle 1884’te Mimar Alexandre Vallaury tarafından Club des Chasseurs de Constantinople (İstanbul Avcılar Kulübü) adıyla Cercle d’Orient adında bir bina inşa edilir. Melek Sineması bu binada, İpekçi Kardeşler tarafından 1924 yılında hizmete açılır. Sinema, sahnenin iki tarafında yer alan sarı-turuncu renkli iki melek tablosundan ötürü bu adı almıştır.

SARAY SİNEMASI (Luxembourg Sineması, Gloria Sineması) Kentin en eski salonlarından biriydi. , 1913’te açılmış olan salonun ilk adı Cine-Luxembourg’dur. Daha sonra Gloria ve 1930’larda Saray Sineması olur. 1913’te Gamo adıyla kurulan salon, 1914’te Cine-Lüksembourg, 1930’larda Glorya, 1933’te Saray adını alır. Saray, dünyaca ünlü yerli ve yabancı sanatçıların konser verdikleri bir kültür merkezi gibidir. Döneminde en iyi Türk filmlerinin galaları burada yapılırdı.

LÜKS SİNEMASI (Verdi Tiyatrosu, Odeon, Ekler Sineması, Şark Sineması) Saray Sinemasının hemen yanında, aynı blokta Lüks Sineması vardı. İlk zamanlar Verdi Tiyatrosu olarak kurulan mekan, sonra Odeon ismini alır. Verdi ve Odeon, Avrupalı grupların oyunlar sergilediği en önemli salonlardan biri olur. Salon 1914’te Ekler Sineması, 1933’lerde Şark Sineması ve daha sonra Lüks Sineması adını alır.

YILDIZ SİNEMASI (Etual Sineması) 1920’lerde açılan Etual (Etoile ) Sineması, 1933 yılında adını Yıldız Sineması olarak değiştirir. Çoğunlukla yabancı filmler gösterilen Etual Sineması 1960’lı yıllarda kapanır, sonra yerine bir banka şubesi açılır.

ALKAZAR SİNEMASI(ELEKTRA)İstiklal Caddesi’nden Galatasaray yönüne inerken solda Ağa Caminin ve Rüya Sinemasının çapraz karşısında bulunan Alkazar Sinemasının önceki adı Elektra’dır. 1923’te kurulan Elektra, dış cephesiyle günümüze kadar gelen en eski yapılardan biridir. İstiklal Caddesi üzerindeki sinema giriş kapısıyla dikkat çekmekteydi.

 

1922’DEN SONRA MUHSİN ERTUĞRUL-KEMAL FİLM DÖNEMİ

1921’de Darülbedayi’ye yönetmen olarak girdi, ancak idare ile anlaşamayınca işten atıldı.Sinemayla ilgilendi,  Ne tesadüftür ki,Muhsin Ertuğrul ve Şakir ve Kemal Seden kardeşler,aynı apartmanda karşılıklı dairede oturan komşu iki dost tu. (Harikzade Apartmanı 1.kat numara 11 ve 12 daireler) ( 120)

Kemal Film şirketi 1922 senesinde kurulur.kendi film stüdyolarını kurmaya ve yerli film üretimine geçmeye karar veren Kemal ve Şakir Seden, Haliç kıyılarında bulunan Feshane fabrikasının dikimevi bölümünü askeriyeden kiralayarak “Kemal Film Stüdyosu”nu kurdular.Bu dönemde film ithalatı da yapıyorlardı. Böylelikle Türk sinema tarihinde yeni bir dönem açılmış oldu. Bu arada Kurtuluş Savaşı sırasında cephede birçok Kemal Film jurnali çektirildi. (Bu belgesel filmler, 1959 büyük belediye yangınında Türk sinemasının ilk örnekleriyle birlikte yok olmuştur.(121)

İstanbul’un sinemadaki öncelikli rolü, Cumhuriyet’in ilan edilip Ankara’nın başkent ilan edildiği 1923 yılından sonra da devam etmiştir. Çünkü İstanbul, başkent olma özelliğini kaybetse de ekonomi, ticaret ve kültür/sanat merkezi olma özelliğini devam ettirmekteydi. Dolayısıyla, sinemanın gelişmesini sağlayacak altyapı İstanbul’daydı.

1920’li yıllarda İstanbul’da önemli film yapım firmaları faaliyetlerini devam ettirmekte ya da yeni kurulmaktaydı. Seden Kardeşler,dayıları Ali Efendi ile birlikte1921 yılında ‘’Sinema İşleri Şirketi’ni kurdular.Amaçları sahip oldukları ‘Ali Efendi Sineması’’ Kemal Bey Sineması’’Üsküdar Doğancılar’daki Yazlık Park Sineması’’ Şehzadebaşı’ndaki Millet Tiyatrosu’’ Millet Film İmalathanesi’’ gibi kuruluşları tek çatı altında idare etmekti.(122)

Mehmet Kemalettin ve Mehmet Şakir Seden kardeşler 1919 yılında İstanbul Sirkeci’de film ithal etmek amacıyla kurdukları Kemal Film, 1922 yılında Muhsin Ertuğrul’un önerisiyle film yapım çalışmalarına başladı. Birlikte 6 film yaptılar. ( İstanbul’da bir Facia-i Aşk,Nur Baba,Leblebici HorHor,Ateşten Gömlek,Sözde Kızlar, Kız Kulesinde Facia,)  (123)

 

        Anna Mariyeviç

4) İSTANBUL’DA BİR FACİA-İ AŞK /yönetmen : Muhsin Ertuğrul / senaryo : Muhsin Ertuğrul / görüntü : Cezmi Ar / oyuncular : Anna Mariyeviç, Behzat Butak, SiranusAleksenyan / Refik Kemal Arduman, Emin Beliğ Belli, Onnik Binemeciyan,Mlle Blanche, Liane Console, Roza Felekyan, Aznif Minakyan,Vahram Papazyan, Vasfi RızaZobu / yapımcı : Kemal Film / Türkiye / 1922/ Sessiz /

Sedenler heyecanla ilk filmlerine hazırlanıyor.Ali Efendi’den 3-4 altın borç alıyorlar,Stüdyo hazırlanıyor,İpekçizade Osman bey’den kamera satın alınıyor ve kullanmasını Cezmi Ar (124)  öğreniyor. Şimdi konu ne olacak ?? Kemal Seden gazetelere bakmayı teklif eder.İstanbul’da çok konuşulan cinayeti işaret eder. Muhsin Ertuğrul dikkatli bir şekilde senaryo yazar.

İlk özel film şirketi olan  Kemal film’in yerli sinema filmi yapmasına yardımcı olarak,çektiği bu film,  Seferberlik yıllarında İstanbul’da bir trajik aşk hikayesinin anlatıldığı,1922 yapımı ‘’İstanbul’da bir facia-i Aşk’’,görüntü yönetmenliğini, Muhsin Ertuğrul’un Almanya’da tanıştığı ve yetişmesine yardımcı olduğu Cezmi Ar yapar. ,Muhsin Ertuğrul’un bundan sonra yapacağı filmlerde Kameraman olarak Cezmi Ar’ı göreceğiz.Filmde ,Anna Mariyeviç, Behzat Butak, Siranus Aleksenyan / Refik Kemal Arduman, Emin Beliğ Belli, Onnik Binemeciyan,Matmazel Blanche, Liane Console, Roza Felekyan, Aznif Minakyan,Vahram Papazyan, Vasfi Rıza Zobu  oynuyordu.

O sıralar İstanbul’da Şişli Güzeli Mediha Hanımın metresi tarafından öldürülmesi büyük bir olay olmuş. Herkes onu konuşuyor… Saygın bir gazete bu cinayeti tüm ayrıntılarıyla tefrika etmiş yayınlıyor. Ertuğrul Muhsin herkesin ilgisini çeken bu olayın filmini yapmak istiyor. Ama bir sorun var o da kadın oyuncuları kimler oynayacak?  Müslüman Türk kadınının sahne ve perdeye çıkması yasak. Kadın oyuncuların tümü gayrimüslim. Mütareke ve de işgal yıllarında,1917 Bolşevik devriminden kaçıp da İstanbul’a sığınan Beyaz Ruslar vardı. Yoksulluk ve de yokluklar dönemi. Ertuğrul Muhsin yine de filmini çekmek istiyor.Şişli güzeli Mediha Hanım rolünü beyaz rus sanatçılardan Anna Mariyeviç oynuyor.Diğer bayan oyuncular; Roza Felekyan,Liane Console,SiranuşAleksenyan ve Matmazel Blanche

Filmin sokakta çekilen bir sahnesinde senaryo gereği tüm varlığını ve umudunu yitirmiş bir dilenci rolünü oynayan Papazyan, yaşlı ve zengin bir Türk hanımefendisinin annesi rolünü canlandıran Azniv Mınakyan’a rastlar. Her iki sanatçının Ermenice konuşmaları ve kadın oyuncunun çarşaf giyerek Müslüman Türk kadınını oynaması o sırada filmi izleyenlerden bir kısmının dikkatini çeker ve bu durumu “Müslüman Türk kadınının namusuna karşı işlenmiş bir suç” olarak algılanıp film ekibine karşı saldırıya sebeb olur.

Ertuğrul bu olayı şöyle anlatır:

“…Türklere göz açtırmayan böyle bir dönemde (işgal yıllarında) İstanbul’un şurasında burasında film çevirmek güçtü. Öte yandan kimi bağnazlar bu güçlere dayanarak, mel’unluklarını sürdürüyorlardı. İlk filmin çekilişi sırasında birkaç yerde aşırı saldırılara uğradık. Çarşaflı kadının filme çekilişi en büyük günah sayılıyordu. Ta ki, çarşaflar içinde rol almış kadınların Ermeni sanatçısı Aznif Hanım, ya da Rus sanatçısı Andreyevna olduğunu saptayıncaya kadar. Onların bile çarşaf giymeleri göz yumulacak bir günah değildi. O siyah giysi başlı başına kutsal bir simgeydi. Bu yüzden bir kaç kez saldırıya uğradık; birkaç kez taşlandık..”

Vahram Papazyan’ın anılarında ise saldırıyı şöyle anlatır:

“Mollaların bu tahriki üzerine saldırılar başladı, çekim cihazları parçalandı. Azniv ve ben dayak yedik, öteki aktörlerin içinde bulunduğu otobüs taşlandı. Tam o sırada sokağın başında bir Fransız devriyesi göründü, onlardan Fransızca yardım istedim. Kalabalık, askerleri görünce dağıldı. Azniv, kaldırımların üstünde yarı baygın bir halde yatıyordu. Muhsin kanlar içinde, tanınmaz bir durumdaydı. Benim de elbiselerim lime lime olmuştu. İlk Türk filminin çekimlerinde rol alan sanatçılar, ancak bir şans eseri kurtulmuştu”

Muhsin Ertuğrul, tüm bu olaylara rağmen çalışmalarına ara vermemiş, ertesi gün asker ve polislerin koruması altında filmin çekimlerine kaldıkları yerden devam etmiştir. Ama kalabalığın öfkesi dinmemiş, polis ve asker korumasına rağmen, uzaktan da olsa film ekibine yönelik küfür ve tehditler filmin çekimi süresince sürdürülmüştür… (125)

Konusu: Kemal ,Sultan Ahmet’te rastladığı eski bir arkadaşı Ali’ye, zevk düşkünü bir kadın yolunda uğradığı yıkımı anlatırken, bu kadın arabaya binmiş yeni aşığı ile yanlarından geçer.Kemal kadını unutamamıştır . Mediha’nın yeni aşığı Sadi’dir. Taşrada bıraktığı eşi,çocukları ve annesini bu kadın uğruna unutmuştur. Annesi İstanbul’a gelir ve onu uyarmaya çalışır. Sadi bundan etkilenmez. Üzgün annenin çıktığı kapıya düşkün bir adam yaklaşır,bu Kemal’dir. Bilmeden eski sevgilisinin metres olarak yaşadığı eve gelmiştir. Evin aşçıbaşısı ona acır, mutfakta bir şeyler yedirir.Mediha Kemal’i görür.ve kahkahalarla güler.Fakat Kemal açtır ve açlığı gururunu yener. Evin sahibi merhametli bir adamdır. Kemal’i eve uşak olarak alır. Mediha da buna ses çıkarmaz. Ancak Kemal, Mediha ile birlikte yaşadığı Ziynet’in  Sadi’ye bir komplo hazırladıklarını anlayınca, her şeyi unutup bu nankör kadınları ele vererek hem Sadi’yi kurtarmak ,hem de intikam almak ister.Fakat bu ihtimali düşünen kadınlar,Kemal’i Sadi’ye şikayet edip kendilerine göz dikmiş bir sapık gibi tanıtarak kovulmasını sağlarlar. O akşam boğazda bir bahçede yiyipiçtikten sonra otomobille eve dönmekte olan Sadi ve Kadınlar,belli bir noktada durdukları sırada saldırıya uğrayıp öldürülürler. Sadi başına vurularak yaralanmış,zihninde bir boşluk oluşmuş,olayı hatırlayamaz. Soruşturma yapıldığı sırada, yalnız kıskançlık günlerini hatırlayan Sadi, metresini öldürdüğünü sanır ve olayın faili olduğunu kabul eder. Bu haber Sadi’nin ailesinde bomba etkisi yapar. Bu durumugören Kemal’de acı bir pişmanlığa düşer. Mediha ile Ziynet’i kendi öldürmüştür. Hapishaneye gider ve Sadi’ye açıklar.Fakat Sadi ,bunu fedakarlık zannederek kabul etmez, Yargıçönündeki duruşmada suçu üstlenmek isteyen Kemal’i kapı dışarı ederler. Kemal bunun üzerine intihar  eder. Bıraktığı mektuıpta durumu yeniden açıklar.Sadi suçsuz bulunup hapisten çıkarak ailesine kavuşur. ( 126)

 

20 Kasım 1922 de Ali Efendi ve Kemal Bey sinemalarında ilk gösterimi yapıldı. Birinci vizyıon filmlerin  oynadığı Beyoğlu’ndaki salonlarda da gösterime girmiştir.

Filmin çekimi sırasında öyle bir aksilik yaşanır ki, o dönemde kamera kullanırken nelere dikkat edilmesi gerektiğinin hiç bilinmediğini ortaya koyar:

Sirkeci taraflarında bir balıkçı dükkanında çekim yapılmaktadır.Dükkan sahibi,işin çabuk bitmesi için ekibi sıkıştırmaktadır.Aceleyle sahneler çekilir. Kaneraman Cezmi Ar görüntülerin karanlık çıktığını fark edince,film yandı endişesiyle, Ali Efendi Sineması lavabosunda filmi banyoya alırlar.Gerçekten de oyuncuların yüzü karanlıktır. Cezmi Ar,biraz daha ilaç koyarım açılır,diyerek ilaç ekler. Fakat fazla gelen ilaçla film büsbütün yanar.   Oysa güneşe karşı çekim yaptıklarından  görüntüler karanlık çıkmıştır. Bu Cezmi Ar ‘ın en önemli tecrübesidir. ( 127)

 

Türk sinemasında ilk defa gerçeklere dayanan bir hikaye anlatılmış,ilk defa kamera halkın içine çıkarılmış,az da olsa  boğaz’daki tepeler ve köprü kalabalığı görüntülenmiştir.

5) NUR BABA

(BOĞAZİÇİ’NİN ESRARI) / yönetmen: Muhsin Ertuğrul / senaryo : Muhsin Ertuğrul,Yakup Kadri Karaosmanoğlu / Görüntü: Fuat Uzkinay / oyuncular : Helena Antinova,İ.Galip Arcan,Refik Kemal Arduman,Behzat Budak,Muhsin Ertuğrul,Vasfi Rıza Zobu / yapımcı: Şakir Seden / Türkiye / 1922 / sessiz/

1922’de Şakir Seden’in yapımcılığında NUR BABA filmini çekti.Görüntü yönetmeni Fuat Uzkınay’dı. Senaryosu Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bir hikayesinden alındı (128). Helena Antinova,İ.Galip Arcan,Refik Kemal Arduman,Behzat Butak,Muhsin Ertuğrul,Vasfi Rıza Zobu oyuncu kadrosundaydı. Bunlar o dönemde Darül-Bedayi’nin en iyi oyuncularıydı.    (bakınız:Filmografi

Çekimler için ,o zamanlar işgal altında bulunan İstanbyul’daki tek söz sahibi ,işgal kuvvetleri komutanlığından izin alınır.İşgal kuvvetleri ,o yıllarda sosyal hayatın hemen her alanında olduğu gibi,filmciliğimiz üzerinde de söz sahibidir. Örnek;Mürebbiye filminide, Fransızları kötülediği için Anadolu’ya göndermeyen ve büyük ölçüde gösterimini engelleyen yine işlgal kuvvetleridir.

Bektaşi’lerin ayaklanmasından korkularak polisçe oynatılmayan,ancak İstanbul’un kurtuluşundan sonra 13 Aralık 2023 yılında Kemal Bey sinemasında ilk gösterimi yapılan filmin bir kısmı,Eyüp Sultan camisinin avlusunda çekilmiştir.Alim Şerif Onaran,iç sahnelerin Eyüp’te Feshane’deki stüdyoda ,bazı dış sahnelerin Bebek  ve Rumeli Hisarı’nda çekildiğini söyler.

Çekimler olurken Bektaşi’ler ve halk seti basar.’’kahrolsun zındıklar’’ sesleri arasında  oyuncular dört bir yana kaçışır. Fuat Uzkınay güçbela kamerayı kaçırır.Oyuncu Vahram Papazyan,baskından çarşaf giyip kadın kılığında kaçmayı başarır,ve ekipten ayrılır.Çekimler iç mekanda dekor kullanılarak yapılır. Papazyan’ın rolüne Muhsin Ertuğrul geçer.

Konusu; Bektaşi tarikatı şeyhi Afif babanın ölümünden sonra,yetiştirmelerinden Nuri, eşi Celile ile de evlenmiş,Nur Baba adıyla tekkeye postnişin olmuştur. Etkili bakışları ve eşsiz güzellikteki sesi ile tekkesinden nasip almak isteyen kadın müritlerin gönüllerini fetheder.Arkadaşı Nasib’in teşvikiyle,kendisi de şeyhin muhibbelerinden olan halası Ziba’nın hayatına özenerek,bir gün Nigar’da , ayin-iCem  yapılan Nur Baba’nın meclislerinden birine gider.Ama gördüklerinden tiksinerek,yalnız şeyhin güzel sesinden de etkilenerek,bir daha o meclise gitmemek kararıyla  Boğaziçi’ndeki yalısına döner. Şeyh,bu genç ve güzel kadına gönlünü kaptırmış,perişan bir hayata düşmüştür. Nigar’ın kocası görevle sürekli olarak dış ülkelerde bulunmakta,o da iki çocuğu ile birlikte İstanbul’da yaşamaktadır. Kocasının yakınlarından Macit isimli bir genç eve gelip gitmekte, Nigar’a karşı saygılı bir sevgi beslemektedir.Birgün Macit’in de bulunduğu bir Cem meclisinde Nigar,Nur Babayı yeniden görür. Onun kendisine tutkunluğunu anlıyarak bir daha tekkeye kesinlikle gitmemek üzere ayrılır. Nur Baba geceleri Boğaziçinde sandalla gezerek şarkılar söylemekte,umulmadık yerlerde perişan bir kılıkla Nigar’ın karşısına çıkmaktadır. En sonunda Nigar’da bu sevgiye karşılık verir,bir törenle o da nasip alır ve Bektaşi olur. Halası Ziba ise, bu işlerden elini eteğini çekmiştir. Nigar çocuklarinı annesine bırakarak yalıdan uzaklaşır ve tekkeye yerleşir. Ama tekke yaşantısı,Cem Ayinleri, kadını yıpratmaya başlar,gün geçtikçe kötüleşir,ama bu hayattan bir türlü kurtulamaz. Macit’in uyarması ve yardım teklifi bile onu etkilemez. Nigar bütün maddi ve manevi varlığını tekkeye ve şeyhe bağlamıştır. Tekkede en çok sevdiği kişi şimdi yalnız Çınari adlı aşçıdır. Ağrıları için Çınari’nin verdiği ilacın esrar olduğunu çok geç anlamış, anladıktan sonra da aldırmaz olmuştur. Avrupa’da olan çocuklarının İstanbul’a dönmek üzere oldukları haberini alınca toparlanmaya çalışır ama başaramaz. Bir gece ayin sırasında hastalanır,şeyh ilgilenmek istese de kendine dokundurtmaz. Nur Baba ile yeni sevgilisi Süheyla evlenirler. Nigar hayata tamamen küser,Yalnız yarı deli Derviş Çınari’nin sağladığı ilaçtan teselli bulmaktadır. Nur Baba’!nın eski hayatını yıpranmadan sürdürmesine karşılık, Nigar yıpranmış,fakat gönlünde arınmış bir sevgiyle ,Nur Baba’nın mezar taşı diktirdiği ölü ‘can’lara katılnak özlemiyle son günlerini yaşar. ( 129 )

Film şu reklamlarla duyuruldu;

(Sanat ve Temaşa Aleminde Türkler’in yüzünü ağartacak büyük Milli Piyes )

(Cazip ve heyecanamiz bir mevzu…)

(Yeniliğe,güzelliğe,sanatta cüret ve fedakarlığa parlak bir misal teşkil edecek şaheser)

( Feci ve Hevlengiz büyük aşk ve ihtiras piyesi)

(Avrupa ve Amerika filmleriyle mukayese edilebilecek Türk eseri )

(Fevkalade mizansen ..Latif İstanbul manzaraları)

( Zengin ve muhteşem şarkvari dekorlar )

6) ATEŞTEN GÖMLEK

 

/ yönetmen : Huhsin Ertuğrul /senaryo : Halide Edip Adıvar ,Muhsin Ertuğrul / görüntü : CezmiAr/ oyuncular : Refik Kemal Arduman, Emin Beliğ Belli, Behzat Butak,Muhsin Ertuğrul, Bedia Muvahhit,Neyyire Neyir,Vasfi Rıza Zobu / yapımcı: Kemalfilm /Türkiye/ 1923/1 saat 10 dakika /

1923 yılında,Kurtuluş Savaşı’nın ilk belgesel filmi  ‘’Zafer Yolları’’yapılır. MOSD’un girişimiyle, Kemal film,sinemalarda gösterilmek üzere bir belgesel hazırlatır. Fuat Uzkınay’ın,MOSD’ için1922 yılında  çektiği’’Dumlu pınar Vakası,İzmir’in İşgali, İzmir’de Yunan Faciası, Gazi’nin İzmir’e gelişi ve Karşılanışı’’ filmleri ve diğer Kurtuluş Savaşı’nın konu alan filmlerle beraber,1923 yılında ‘’Ordu’nun İstanbul’a Girişi’’ filmlerinden yararlanılarak  Fuat Uzkınay ve Muhsin Ertuğrul’un müşterek kurgusunu yaptığı,uzun metrajlı, bir belgesel film yapılır,ve sinemalarda gösterime girer.

Mustafa Kemal Atatürk’ün,kitabın başında da belirttiğimiz gibi sinema hakkında kesin görüşleri vardır.

Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşu, ve İnkilapların filme alınarak,gelecek nesillere aktarılmasını çok arzular:  ŞÖYLE DER:

“Ben hayattayım… Millî Mücadele’ye ait bütün evrakım, kılıcım, çizmem hâlihazırda mevcut olduğuna göre çağırdığınız anda bana düşen vazife ve görevi yapmadım mı? Böyle bir teklif karşısında kalsam memnuniyetle kabul eder, bir artist gibi filmde rol alır, hatıraları canlandırırdım. Bu, millî bir vazifedir. Çünkü Türk gençliğine bu mücadelenin nasıl kazanıldığını canlı olarak ispat etmek, hatıra bırakmak, ancak bu filmle mümkün olacaktır.”   ATATÜRK

ATATÜRK, İstanbul’a geldiğinde her fırsatta,Beyoğlu’nda film izlemeye gidermiş.  Sinemaya ilgisini kaynaklarda görmekteyiz.

29 Enim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiştir.’Ateşten Gömlek’  Cumhuriyet’in ilk konulu filmidir.  Halkın milli hislerini diri tutmanın önemine inanan Mustafa Kemal,Halide Edip’i çağırtır. ‘Ateşten Gömlek’ isimli eserin filmi yapılabilir mi? diye sorar. Halide Edip bu teklifi çok olumlu karşılar. Mustafa Kemal Atatürk,İstanbul’a gitmesini, ve film yapımcıları ile görüşmesini ister. Esasen Halide Edip ,İstanbul’da Kemal Seden’in kapı komşusudur.Laleli’de Teyyare apartmanında oturmaktadırlar. Gayet iyi tanıdığı Seden Kardeşler ve Muhsin Ertuğrul ile görüşür. Ancak Atatürk’ün emriyle bir şartı vardır,filmdeki tüm kadın rolleri  Türk Kadınlarca oynanacaktır.

Kemal film,gazetelere ilan verir.kendine güvenen Türk kadınları aranır. Bir öğretmen olan Neyyire Neyir,ilanı görerek oyuncu olarak tek başvuran kişidir.  Böylece, Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir  ,sinemamızın ilk Türk Kadın oyuncuları olarak rol alırlar. ( İlk Türk Kadın Oyuncu Nermin Hanım olduğu iddia edilmekle birlikte çekilen filmin vizyona girdiği şüphelidir)  (130)   (131)

Muhsin Ertuğrul anlatıyor;

Bağımsızlık savaşının bir kesitini veren bu ulusal filmde,kadın rollerini Türk kadınlara oynatarak,bunu ilerde sahneye yönelebilmeleri için kaçınılmaz bir fırsat biçiminde değerlendirmek istedim. Ateşten Gömlek’teki hemşire rolünü Muvahhit’in eşi Bedia Hanım’a önerdim. O günlerin kısıtlı düşünce ortamına sığmayan bir cesaretle bu öneri uygun karşılandı. Romandaki köylü kızı Kezban rolü için gazetelerde duyuru yaptık. Bir tek başvuru oldu. Münire Eyüp adında bir öğretmen okulu mezunu. .. Halide Edip,kadın rollerinin Türk kızlarınca oynanmasına pek sevindi. Baş rolü de benim oynamamı istedi.. ( 132 )

Muhsin Ertuğrul, Kurtuluş Savaşı ile ilgili ilk filmleri çeken yönetmendir. Bunlardan ilki Halide Edip Adıvar’ın aynı adlı romanından senaryolaştırılan “Ateşten Gömlek” filmidir. Bu film 1923 yapımı olup Cumhuriyetin ilanından altı ay önce gösterime girmiştir. 1929 yapımı “Ankara Postası” ve 1932 ‘bir Millet Uyanıyor’’  filmlerinden yeri geldiğinde bahsedeceğiz.

İlginç olan şu ki; Aynı yıllarda Amerikalı bir kadın gazeteci haremdeki tutsak kadınlar üzerine bir dizi yazı hazırlamak için Türkiye’ye gelir ama onun haremde aradığı kadın, artık, hak ettiği yerde, ya Darülbedayi’nin sahnesinde ya da beyazperdededir.(133)

Muhsin Ertuğrul, Halide Edip Adıvar’ın romanından,Kurtuluş Savaşı’nın ilk konulu filmi 1923’’Ateşten Gömlek’’ filmini yapar. 1922’de İkdam Gazetesi’nde tefrika halinde yayımlanan ‘Ateşten Gömlek’ romanı, büyük ilgi uyandırmıştı. Dönemin güncel konularını filme çekme arzusu içindeki Muhsin Ertuğrul, bu ilgiden yola çıkarak romanı sinemaya uyarlamak istedi. Halide Edip Adıvar, “Tamam” dedi ama bir şartı vardı.

O dönemlerde Türk sinemasında birkaç istisna dışında kamera karşısına gayrimüslim kadınlar geçiyordu. Müslüman kadınların sinema filmlerinde rol alması uygun bulunmuyordu. Ne var ki Halide Edip Adıvar, ‘Ayşe’ ile ‘Kezban’ karakterlerini gayrimüslim oyuncuların değil, Türk oyuncuların canlandırmasını istedi. Muhsin Ertuğrul’a da bu şartla izin vermişti.   Muhsin Ertuğrul, kadın oyuncu arayışına başladı. ‘Ayşe’yi canlandıracak kadını aradan çok zaman geçmeden buldu. Doğum adı Emine Bedia Şekip olan Bedia Muvahhit…

‘Kezban’ı canlandıracak kadını ise bulamayan Muhsin Ertuğrul, en sonunda gazeteye ilan verdi. Rol için sadece Münire Eyüp başvuruda bulundu. Ertuğrul, ‘Kezban’ı canlandıracak oyuncuyu da bulduktan sonra ‘Ateşten Gömlek’in çekimlerine başladı. Münire Eyüp’ün adı filmin afişine Neyyire Neyir olarak yazıldı.

Muhsin Ertuğrul ile Neyyire Neyir’in ‘Ateşten Gömlek’in setinde başlayan aşkları 1929’da evliliğe dönüştü.

‘Ateşten Gömlek’in galası, 23 Nisan 1923’te Beyoğlu’ndaki Palas Sineması’nda yapıldı.

30 Ağustos 1922’de gerçekleştirilen Başkomutanlık Meydan Muharebesi  mutlak bir zaferle kazanılmıştı kazanılmasına ama Kurtuluş Savaşı henüz sona ermemişti. İstanbul’un işgal altında olduğu günlerde gösterime giren ‘Ateşten Gömlek’, şehirde büyük bir coşku yaşattı. İşgal, 6 Ekim 1923’te  İngiliz askerlerinin şehirden ayrılmasıyla sona erdi.. ‘Ateşten Gömlek’, iki ayrı bölüm halinde çift bilet karşılığında gösterime çıkarıldı.( 134 )

Ateşten Gömlek’ten bir sahne

Konusu:

Kurtuluş Savaşı’nda basından yaralanmış bir subay olan Peyami’nin Ankara’da yazdığı hatıralarından oluşmuştur. Peyami,işgal yıllarında İstanbul’daki evlerinde,İzmir’de kocası ve çocuğu Yunanlılar tarafından öldürüldükten sonra kendilerine sığınan  Ayşe ve Arkadaşı İhsan ile yurt savunması konusunda görüşmeler yapar. Fatih ve SultanAhmet mitinglerine katılır,sonra yedek subay olarak Anadolu’ya geçer. İlkin Ayşe’ninbaşında bulunan Ahmet Rıfkı, Ayşe’den aldığı ilham ve vatan sevgisiyle çarpışırken vurularak ölür. Ayşe gerek İhsan gerekse Peyami için ,vatan sevgisiyle kadın sevgisinin  birbirine karıştığı bir ilham kaynağı,bir ‘’Ateşten Gömlek’’ olmuştur. Milli mücadele içinde olaylar şöyle gelişir; İhsan bir köyde tanıdığı köylü kızı Kezban’ı korur,bu koruma Kezban’ın gönlünde ona karşı onulmaz bir aşk uyandırır. Ama İhsan savaş içindedir ve Ayşe’yi sevmektedir. Kezban’ın sevgisini kabul edemez,ve çocukluktan yeni çıkmış olan Kezban’ın Çerkez asıllı bir çavuşla evlenmesini sağlar.İhsan,Eskişehir’de görev yaparken,burada hemşire olarak hastanede çalışan Ayşe’ye yakınlık duyduğunu belli eder, Ayşe’de vatan kurtulup,İzmir alındıktan sonra onunla evlenmeyi kabul eder. Ancak İhsan’ın Ankara’da bulunduğu sırada bazı tanıdık kızlarla  yakınlık kurması ve bunlardan biriyle çektiği fotoğrafın Ayşe’nin eline geçmesi,aralarındaki ilişkiyi bir ara zedelerse de,zamanla durumları düzelir.  Peyami’de gizli bir aşkla Ayşe’yi sevmekte, ve bir’Ateşten Gömlek’in yakışını bağrında hissetmektedir. Bu duygusunu Ayşe’ye hiçbir zaman açamaz.  İhsan bir ara milli kuvvete aykırı bir köy halkı tarafından yakalanır ve tutuklanır. Aynı köyde bulunan ve milli kuvvetlere hainlik etmiş kocasından bezmiş olan Kezban’ın yardımıyla kurtulur,fakat Kezban’da sevdiği adam uğruna canını verir.  Sonunda İzmir taarruzu başlar.İhsan,Peyami ve Ayşe aynı cephede vazifelidirler. Savaşın kanlı bir safhasında,bir bombardımanla İhsan ve Ayşe vurulur. Ölü gövdeleri yan yana yatırılır.  (sinemaTürk)

Ateşten Gömlek romanı, New York’taki Goldwyn Pictures Corporation  firmasının da ilgisini çekmiş, 4 mart 1924 tarihinde Halide Edip Adıvar’a bir mektup yazmışlardır:

Sayın Bayan,

Duffield and Company ‘nin Ateşten Gömlek romanınıza dair ilanı ilgimi çekti,ve kendileri size ulaşmamı önerdi.  Gördüğüm bu kısa ilandan hareketle, bu kitabın iyi bir film niteliği taşıdığını düşünüyorum. Dolayısıyla,kitabın bir baskısını ya da henüz basılmadıysa da taslak halini kendi programımıza uygunluğundan emin olmak adına incelemeyi çok isteriz.  Hikayenizi bizimle paylaşıp paylaşmak istemediğinize dair bizi bilgilendirirmisiniz ?          Saygılarımla    Nina Lerrtan- Yardımcı Editör

(Gökhan Akçura / Muhsin Ertuğrul / İBB yayınları / İstanbul / 2023 )

1950 yılında Vedat Nuri Örfi ‘’Ateşten Gömlek’’ filmini yeniden çekmiştir.

7) LEBLEBİCİ HORHOR/ 1923

 

/ yönetmen:Muhsin Ertuğrul / senaryo : Dikran Çuhacıyan,Tekfor Nalyan,Muhsin Ertuğrul / görüntü : Cezmi Ar/ oyuncular :Behzat Butak,Elena Artinova, Maurice Mila, Jenya Godenskaya,Gavros Toloyan, Vasfi Rıza Zobu, Refik Kemal Arduman, Hazım Körmükçü / yapımcı : Kemal Film/ Türkiye / 1923 / sessiz /

1923’te yaptığı diğer film ise ,Kemal Film’in yapımcılığında ‘’LEBLEBİCİ HORHOR’’ dur.1875’de bestelenen ‘’Leblebici Horhor Ağa Opereti’’nin librettosu Takvor Nalyan’a, müziği ise Dikran Çuhacıyan’a aittir.1876’da Beyoğlu  Fransız Tiyatrosunda icre edildi ve çok beğenilmişti. Döneme damgasını vuran bu eseri,Muhsin Ertuğrul sinemaya aktardı.Sessiz dönemde çekilen bu film, sinemada piyano eşliğinde seslendirildi.  Behzat Butak,Elena Artinova, Maurice Mila, Jenya Godenskaya,Gavros Toloyan, Vasfi Rıza Zobu, Refik Kemal Arduman, Hazım Körmükçü rolleri paylaşmıştı. Kadun rollerini yine ekaliyetin oynadığını görüyoruz. (Elena Artınova, Jenya Godenskaya,)

Filmin dış sahneleri Kağıthane’ de çekildi. Muhsin Ertuğrul’un çevirdiği ilk 6 filmin en başarısızı idi. Hiç tutulmadı. Oysa “Leblebici Horhor”, Kemal Film’e en pahalıya malolan filmiydi. Fakat devrin heyecanına tercüman olamadığından başarı kazanamadı. Filmin ilk gösterimi ise Beyoğlu Elhamra Sineması’nda 7 Aralık 1923 tarihinde yapılmıştır. Sessiz olan film,operet özel müziği ile desteklenerek oynatldığı halde,tiyatroda seyredilen operetle aynı beğeniyi sağlamamıştır.  (135)

 

Konusu: Mirasyedi Hurşit bey. dört dalkavuğu (Sansar, Cingöz. Canyakan ve Hayralyıkan) ile Şile’de gezerken bir leblebicinin kızı olan Fadime’yi görür; ona tutulur. Kız da ona vurulmuştur. Ne yapıp yapıp kandırıp İstanbul’a getirdikleri Fadime güzel bir bahar gününde Kağıthane’de kendisini bekleyen Hurşit Bey’le buluşur güle oynaya eğlenlrlerken. kızın babası Leblebici Horhor Ağa çıkagelir. Horhor kızını aramaktadır , Babasının geldiğini görünce hemen kızı saklarlar Sonra da leblebiciyi alıp Hurşit Beyin konağına getirirler Horhor, orada kızına kavuşur ama Fadime Hurşit’i sevdiğini söylemekte; çevresin dekiler de iki gencin evlenmelerine izin vermesi için leblebiciyi sıkıştırmaktadırlar. Kızının köyde Muhsin Pehlivan adlı bir yavuklusu olduğunu söyleyen leblebici kızı vermek istemez. O gece konakta ağırlanır. Beri yanda beyin dalkavukları leblebiciye bir oyun hazırlarlar: Sansar Hasan kılık değiştirerek sanki beyin amcası olacak ve leblebiciyle dostluk kuracak; sonra da hakkında Fadime’yi kaçıracak bir yabancı olduğu dedikodusu çıkarılacaktır. Hurşit Bey getirip Fadime’yi babasına teslim eder; fakat kız, iki gözü iki çeşme ağlayarak. -Beni bu beye vermezsen, canıma kıyarım- der babasına. işi başından sonuna kadar Bostancıbaşı’ya anlatırlar. Bunun üzerine onun aracılığı ve çevrede bulunanların bir kez daha zorlaması sonucu. Leblebici Horhor Ağa kızını Hurşit Bey’e vermeye razı olur.    ( www.sinematürk.com)

Muhsin Ertuğrul,filmin tekrarını,1934 yılında Nazım Hikmet’in senaryosuyla ‘’Leblebici Horhor Ağa’’ adıyla yeniden sesli ve müzikli çekecektir.   (bakınız:Filmografi)

 

NAZIM HİKMET’İN SİNEMA DERGİSİ

Bu arada 8 Aralık 1923’te Nazım Hikmet bir sinema gazetesi yayınlar. SİNEMA POSTASI (LE COURIER DU CINEMA) haftalık bir gazete/dergi olup Osmanlıca ve Fransızca basılmıştır. Sahibi ve Yazı işleri müdürü olarak Nazım Hikmet gözükmektedir. O döneme göre renkli kapak basılmış olması,sinema ve aktüalite meraklılarının ilgisini çekmiştir.Cumhuriyet döneminin ilk sinema dergisidir. (136)

İleri yıllarda çıkacak sinema dergilerine örnek teşkil eden bir çalışmaydı. İlk sayfalarında ,Türkiye’de gösterime girecek  filmlerin konularına,dönemin sinema yıldızları hakkında biyografik bilgi ve oyuncular hakkında magazin haberleri yer almaktaydı. ‘’Sinema Romanları’’ dizisinin ilk örnekleri bu dergide yer aldı. Sayfalarında,Avrupa ve Amerika’daki sinema faaliyetleri,sektörde yaşanan gelişmeler ve kavgalar hakkında bilgi veren yazılar bulunuyordu.  (137)

Gülşah Nezaket Maraşlı Göç’ün kitabında yazıldığına göre: Sinema Postası’nda,Vedat Örfi Bengü (138)  ‘Milli Filmler’ başlıklı yazısında ,kayıtlarda olmayan bir filmden bahseder.  Mösyö Andres adında bir Fransız , Nermin Hanım gibi bazı Türklerle birlikte  ‘’Esrarengiz Şark’’ adında bir film çekildiği ileri sürülmektedir. Tarihi (1919-1920) tahmin ediliyor. Ancak bu Nermin Hanım’ın kim olduğu bilinmediğinden,ve başka bir film ya da tiyatroda adına rastlanmadığı halde, sinemamızın ilk Türk Kadın Oyuncusu olduğu iddia edilmektedir.

İlk Türk Kadın Oyuncular,1923 ’’Ateşten Gömlek’’ filminde oynıyan  ‘Bedia Muvahhit’ ve ‘Neyire Neyir’  gözükmektedir.

Sinema Postası/1923 1.yıl /Sayı 6/ da Fransızca makalede ,Amerikan sineması ile ilgili,Charli Chaplin’in bankada 2 milyon dolar’dan fazla parası olduğu, Harold Lloyd’un yılda 300.000 Dolar aldığı, Jeackie Coogan’ın 1.5 milyon doları olduğu anlatılmakta, Amerika’nın sinema endüstrisinde Monopol olduğu yazılmakta,1914 yılında Paramount’u kuran yapımcı Adolf Zukor övülmektedir.  Alhambra sinemasında Frank Lloyd’un yönettiği,  Jackie Coogan’ın oynadığı 1922 yapımı  ‘’Oliver Twist’’ filminin reklamı basılıdır.Diğer bir yazıda sesli ve renkli sinema için teknolojik gelişmeler anlatılmakta,1923 yapımı ‘’Koenigsmark’’(yönetmen Leonce Perret) filmi hakkında yorum yapılmaktadır.

Sinema Postası (Le Courier du Cinema) ilan sayfası

Bilinen ilk Osmanlıca sinema dergisi 5 Şubat 1914’te yayımlanmıştı. Bir kısmı 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından sonra da çıkmaya devam eden ve sayıları bir düzine kadar olan bu dergilerin ortak özellikleri şöyle sıralanabilir: Bu dergilerin tamamı Osmanlıca ve Fransızca olmak üzere iki dilde yayımlanmıştı. Dergi sayfalarının yarısı Osmanlıca, diğer yarısı ise Fransızcaydı. Genelde Osmanlıca sayfa sayıları, Fransızca sayfalardan biraz daha fazla oluyordu. Ön kapak Osmanlıca arka kapak Fransızca basılıyordu. “Sinema Yıldızı” hariç diğer tüm dergilerin kapakları renkli basılmışlardı ve genelde bu kapakta dönemin starlarından birinin fotoğrafı yer almaktaydı. Dergilerin boyutları bugünkü dergilere benzese de hacimleri her zaman aynı kalmıyor, sayfa sayıları dönem dönem azalıyor ya da artıyordu. Kağıt kaliteleri zamanın şartları gereği oldukça düşüktü. Haftada üç kez yayımlanan “Sinema Gazetesi” hariç bu dergilerin çoğu haftalık çıkıyordu. Aralarında aylık yayımlanan sinema dergisi yoktu. Yayın ömürleri de farklı olan bu dergilerin fiyatları beş ile on kuruş arasında değişmekle birlikte, yayın hayatının ikinci yılına erişebilen dergilerin fiyatları arttırılmış ve ikiye katlanmıştır. Dergiler zaman zaman tiraj arttırmak amacıyla promosyonlar yapmışlar, bazı çekilişler düzenleyerek okuyucularına sinema biletleri için indirim ikramiyeleri dağıtmışlardır. Bazıları da aynı amaçla fiyat kırmışlardır. “Türk Sineması” ve “Artistik-Sine” hariç diğer dergiler sadece yurt içinde dağıtılırken, sadece adı geçen bu iki dergi yurt dışı abonelerine de dağıtım yapmıştır.

1914’ten Latin harflerinin kabul edildiği 1928’e kadar yayımlanmış Osmanlıca sinema dergileri şunlardır:

  • Ferah Dergisi– 1914’te, yani Osmanlı Devleti‘nin  Dünya Savaşı‘na girdiği yıl çekilen Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı filmiyle aynı zamanlarda çıkan bu dergi Türkiye’nin ‘yalnızca sinemayla ilgili’ ilk süreli yayını olma özelliğini taşıyor. Kavakibizade Selahaddin Bey’in sahibi olduğu ve sorumlu yazı işleri müdürlüğünü İbrahim Halid’in yaptığı bu dergi haftada üç kez çıkıyordu ve 57 sayının sonunda kapandı. Dergi kapandıktan sonra uzunca bir süre ülkede sinema dergisi çıkmadı[4].
  • Sinema Gazetesi– “Şehzadebaşı Müdafaa-i Milliye Sineması”nın dağıttığı bir broşürdü ve açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte bu sinemanın yayın organı ve program kitapçığı yapısındaydı. Haftada üç kez Osmanlıca ve Fransızca yayımlanan derginin idare yeri Cağaloğlu Daire-i Mahsusa’ydı ve sorumlu müdürü A.Cemil’di. Nüshası (tek sayısı) 10 para olarak belirlenmiş olan dergi Pera‘nın sokaklarında sinemanın görevlilerince dağıtılıyordu. 62. sayısı 5 Şubat 1914 tarihinde çıkan dergi Zarafet Matbaası’nda basılıyordu. Bugün için eldeki tek nüsha da budur.
  • Sinema Postası(Le Courrier du Cinema) – Haftalık sinema gazetesiydi. Osmanlıca ve Fransızca sayfaları olan derginin kapağı renkliydi. Çıkış tarihi 8 Aralık 1923 olan derginin bir özelliği de Cumhuriyet döneminin ilk sinema dergisi olmasıdır. Nüshası 10 kuruşa satılan derginin sahibi ve yazıişleri müdürü Nâzım Hikmet‘in babası “Hikmet Nazım Bey”di.
  • Sinema Yıldızı– Diğerleri gibi Osmanlıca ve Fransızca basılan bu haftalık sinema dergisinin kapağı diğerlerinden farklı olarak siyah-beyazdı. Çıkış tarihi 12 Haziran 1924 olan derginin sorumlu müdürü Mehmet Rauf‘tu. Derginin en önemli yazarı Kemal Bey olan dergi “Amedi Matbaası”nda basılıyor ve nüshası 5 kuruşa satılıyordu. Osmanlıca sinema yayınları arasında en ciddi, en istikrarlı ve en özenli dergi olması en önemli özelliğiydi.
  • Opera-Sine(Opera-Cine) – “Opera Sineması”nın haftalık mecmuasıydı. Bu sinemanın kendi salonunda gösterilecek filmlerin tanıtımını yapmak ve gişe hasılatını arttırmak amacıyla yayımlanıyordu. Diğerleri gibi Osmanlıca-Fransızca yayımlanan bu derginin çıkış tarihi 4 Kasım 1924’tü. Sahibi ve müdürü Osman Mazhar, başyazarı Vedat Örfi Bengü olan derginin kapağı renkli basılıyor ve nüshası 8,5 kuruşa satılıyordu. Diğerlerinden farklı olarak oldukça uzun süreli bir yayın hayatı olmuştur. Derginin diğer bir özelliği de Türkiye’de ilk defa film eleştirilerine yer vermiş olmasıdır. Derginin elde olan 2. sayısı 23 Eylül 1925 tarihine aittir.
  • Sinema Mecmuası(Le Corurier Du Cinema) – Başlığında “resimli sinema ve temaşa mecmuası” (mecmua: dergi) yazan ve ilk kez 1924’te çıkan bu haftalık dergi aslında “Sinema Postası” (Le Courrier du Cinema)’nın devamı niteliğindeydi ve dolayısıyla sahibi ve müdürü o derginin de sahibi olan “Hikmet Nazım”dı. Baş yazarı ise “Opera-Sine”nin de baş yazarı olan Vedat Örfi Bengü’ydü.
  • Sinema Rehberi – Çıkış yılı 1924 olan dergi hakkında başka herhangi bir bilgi yoktur.
  • Film Mecmuası (Le Film) (dergi ikinci yılında, Film adını almıştır) – Başlığında “Sinema cereyanlarını takip eder, haftalık resimli mecmuadır” yazan derginin çıkış tarihi: 1 Kasım 1926’dır. Osmanlıca-Fransızca yayımlanan bu renkli kapaklı derginin sahibi ve müdürü E. Kemal, baş yazarı ise Ekrem Reşit‘ti. Nüshası 5 kuruşa satılan dergi “Ahmet Kamil Matbaası”nda basılıyordu. ikinci yıla ait altıncı nüsha 2 Kasım 1927 tarihlidir. Elde 12 sayı mevcuttur. Taşra sinemalarına ağırlık vermesiyle diğerlerinden ayrılır. Cemil Bey’le bu konuda yapılan röportaj Türk sinema yayınlarındaki ilk röportaj olma özelliğini taşır. Türk sinema basınında görülen ilk müstehcen fotoğraf da bu dergide yayımlanmıştır. Bu fotoğrafta Josephine Baker‘in göğüsleri açıktadır.
  • Sinema Mihveri – (mihver: eksen) Bu “haftalık sinema ve tiyatro mecmuası”nın çıkış tarihi 11 Mart 1926’dır. Künyesinde sahibinin Cevat Rıza, sorumlu müdürünün de Necil Düsri olduğu yazmaktadır. Fiyatı 10 kuruş olan dergiden elde tek sayı mevcuttur.
  • Artistik-Sine (Artistic-Cine) – (Adı bir yıl sonra Türk Sineması olmuştur) Kapağında “Haftalık Şark ve Balkan Sinema Mecmuası” yazan ve diğerleri gibi Osmanlıca-Fransızca basılan dergi renkli kapakla çıkıyordu. 4 Kasım 1926’da çıkan derginin sahibi Piyer Sarıyan, sorumlu müdürü Leon Antonyan, başyazarı ise Antonine Paul’dü. Tercüme edenin Ragıb Rıfkı, idare memurunun ise Anthony P. Stoll olduğu künyesinde belirtilmiştir. İlk sayısı 2000-2500 arasında satmış, böylelikle çağdaşı dergiler arasında en yüksek tiraja sahip sinema dergisi olma unvanını almıştır. Ayrıca yine bir ilke imza atarak yurt dışı aboneliğine geçmiştir.
  • Türk Sineması (Cine-Turc) – “Artistik-Sine”nin el değiştirilmiş halidir. Bunun da kapağında “Haftalık Şark ve Balkan Sinema Mecmuası” yazmaktaydı. Osmanlıca-Fransızca basılan renkli kapaklı derginin çıkış tarihi 8 Eylül 1927’dir. Önceki derginin çevirmeni Ragıb Rıfkı, yine çevirmenliğini yaptığı bu derginin sahibi ve sorumlu müdürü olmuştur. Yine idare müdürü Anthony P. Stoll, Başyazarı da Antonine Paul’dir. Nüshası 5 kuruşa satılan bu dergi Türkiye’deki sinema dergileri arasında tüm zamanların en uzun süreli yayımlanan sinema dergisi olmuştur. Dergi dokuz yıl gibi uzun bir sürede 219 sayıya ulaşarak kırılması zor bir rekora imza atmıştır.
  • Sinematograf Ceridesi – (ceride: gazete) Hakkında adından başka bilgi bulunmamaktadır……   (vikipedi)

(Bu dönemde çıkan dergiler,sinemaya ilginin çok olduğunu göstermektedir)

 

8)  KIZ KULESİNDE FACİA(1924)

KIZ KULASINDE BİR FACİA / yönetmen: Muhsin Ertuğrul / senaryo : Paul Autier, Paul Cloquemin,Muhsin Ertuğrul / görüntü : CezmiAr / oyuncular : Muhsin Ertuğrul,Neyyire Neyir, Emin Beliğ Belli, Ali Rıza , Aznif Minakyan, Hakkı Necip / yapımcı: Kemal Seden,Şakir Seden /Kemal Film// Türkiye / 1924 / sessiz/

 

1924’de yaptığı bir film de ‘’KIZ KULESİNDE FACİA’’dır.finansmanı Kemal film yapmıştır. Pierre Antier ve Paul Cloquemin’in “Les Gardiens de Phare” adlı oyunundan sinemaya aktardı.Kameramanlığı Cezmi Ar’ın yaptığı filmde Muhsin Ertuğrul,Neyyire Neyir, Emin Beliğ Belli, Ali Rıza , Aznif Minakyan, Hakkı Necip oynuyordu. Ertuğrul bu filmde hem baba hem de oğul rolünü oynadı. (hem yönetmen,hem senarist,hem de iki rolde oynamak)o dönem alışılmamış zor bir olaydı. Ertuğrul itiraf eder;

Fener Bekçileri’nde ben hem babayı,hem de öteki oğlu oynamıştım.Bunun birinci nedeni başka bir aktöre verecek para yoktu,ikincisi de o günlerin film tekniğinde tek şahsın karşılıklı iki ayrı rolde görülmesi denemeye değerdi.’’ (139)

Konusuna gelince;

bir fener bekçisiyle, köpeğin ısırmasından sonra fenerdeki babasının yanına gelen oğlu arasındaki pek de sevimli olmayan bir olay anlatılır. Kuduz olan oğulda hastalığın belirtileri ortaya çıktığı için ışıktan korkma durumu kendini gösterir ve babasının karşı koymasına rağmen fenerdeki ışıkların yanmasına engel olur. O sıralarda fenere doğru gelmekte olan bir gemi, düdüklerini acı acı çalar. Fakat oğlu her şeye rağmen fenerin ışıklarının yanmasını istemez. Baba ise, fenere yaklaşan gemiyi kurtarmak için oğlu ile büyük bir kavgaya girer ve güç de olsa onun yaşamına son vererek fenere doğru gelmekte olan bir faciayı önler.  (140)

Paul Autier ve Paul Cloquemin’in Paris’in Grand-Guignol tiyatrosu için 1905 tarihli ’’Gardiens de Phare’’ piyesini Muhsin Ertuığrul bu filme uyarladı. Fener Bekçileri adıyla Giresun sahilindeki Gedikpaşa Feneri’ni esas alarak  yerli yaşayışa uygulamıştı.Film ‘’Kız kulesinde bir Facia’’ya dönüştü. Ancak 5 yıl sonra aynı konu Jacques Feyder tarafından senaryosu yazılarak Jean Gremillon yönetimiyle 1929 yılında ‘’Les Gardiens de Phare’’ adıyla vizyona girecekti.(141)

Bu konu,Muhsin Ertuğrul’un Paris’te Grand-Guignol tiyatrosunda setrettiği ve beğendiği bir oyundu.  İstanbul’a dönünce 5.Mehmet’in şehzadelerinden birinin yardımıyla ‘Bozkurt’ adıyla bir film stüdyosu kurmayı denedi ama başaramadı. Tek başına ‘’ Kız Kulesinde Facia’’ filmini çekmeye girişti,fakat başaramadı.Piyesi Türkçeye çevirerek, 1913 yılında Millet Tiyatrosunda oynatmıştı. 1924 yılında,Yapımcı Kemal Film’in yardımıyla bu film gerçekleşti.

9) SÖZDE KIZLAR

 

/ yönetmen : Muhsin Ertuğrul / senaryo : Peyami Safa, Muhsin Ertuğrul / görüntü : Cezmi Ar / Oyuncular : Elena Artinova,Behzat Butak, M.Kemal Küçük, Refik Kemal Arduman, Maurice Mea, Gavros Toloyan, Kadri Ögelman, Jenya Gordenskaya,Madam Panayota,Ali Rıza Sepetçi,/ Kemal Seden,Şakir Seden/ Kemal Film / Türkiye / 1924 / 1 saat 10 dakika / Sessiz /

Türkiye’de sinemalar çoğalmaya başlamış, çekilen yerli filmler ise seyircinin ilgisini çekmektedir.Kemal filmin sahibi Şakir Seden, o tarihlerde çok tutulan Peyami Safa’nın romanı ‘Sözde Kızlar’ın filmini yapmayı önerir (142) .gişede iş yapacak filmler gereklidir. Muhsin Ertuğrul senaryoyu hazırlar ve Cezmi Ar’la çekim başlar.: Elena Artnova,Behzat Butak, M.Kemal Küçük, Refik Kemal Arduman, Maurice Mea, Gavros Toloyan, Kadri Ögelman filmde rol almıştır.     Konusu;

Yunanlıların batı Anadolu’ya işgali üzeri İstanbul’a gelen mebrure burada uzaktan akrabaları Nafi Bey’lerde kalır. Onun İstanbul’a geliş sebebi işgalcilerin zulmünden kaçıp bu ailenin yanına, himayesi altına sığınmaktan çok, Anadolu’da iken kaybettiği babasından haber almak içindir. Ancak Mebrure İstanbul’da hiç de ümit etmediği meselelerle karşı karşıya kalır. Nafi Bey’in ölümünden sonra Nazmiye hanım’ın idaresine giren köşk sosyetenin zevk ve eğlenti yeri olmuştur. Burada sık sık danslı, içkili eğlenceler kabuller düzenlenmektedir. Mebrure be eğlencelerde elinden geldiğince uzak durmaya çalışır ve arada fırsat buldukça Göçmenler İdaresine uğrayarak babasını sorar. Mebrure için bir diğer meselede Nazmiye hanım’ın oğlu Behiç’tir. Yakışıklı, zevkli ve fırsatçı bir delikanlı olan Behiç, köşke gelen diğer kızlar gibi Mabrure’yi de tuzağına düşürmek istemektedir. Behiç isteğini gerçekleştirmek için Mebrure’ye bir takım vaadetlerde bulunmuştur. Behiçin vaadetlerine bir ara kanan, hatta onun evlenme teklifi karşısında tereddüde düşen mebrure, Belma’nın araya girmesiyle aldatılmaktan kurtulur. Belma ona Behiç’le ilişkisini, bu ilişki sonucunda’’gayri meşru’’ bir çocuğun olduğunu, çocuğun Behiç tarafından diri diri gömüldüğünü anlatır. Daha sonra olayları zabıtaya aksettiren bir mektubu mebrure’ye veren Belma intiharla hayatına son verir. Bu meselenin etkisiyle Behiç’ten uzaklaşan Mebrure, arkadaşı fahri ile birlikte haber aldığı babasının yanına Amasya’ya gider.  (143)

‘Sözde Kızlar’ Muhsin Ertuğrul’un Kemal film’le yaptığı son filmdir. !924 yılında Feshabne’deki  Stüdyo’dan çıkmak zorunda kalan Seden Kardeşler  yerli  film yapmaktan vazgeçerler. Film ithalatı ve Sinema salonu işletmeciliğine yönelirler.

 

KEMAL FİLM’DE YAŞANAN TATSIZ OLAY

Kemal Seden 1924’te Milli Mecmua Dergisi’ne verdiği bir mülakatta gelecekteki projelerini şöyle anlatır; Yeni senenin faaliyetinde,Viyana’daki en mühim  bir imalat fabrikasının atölyelerinden istifade edceğiz.  yerli kıymetli artistlere mühim roller tevdi etmek istiyoruz. Filmlerin harici aksamını İstanbul’un güzel manzaraları arasında çekeceğiz,dahili kısımları da Viyana’da çekeceğiz. Bu mesele hakkında yakından meşgul olmak üzere Ertuğrul Muhsin Bey  aniden Avrupa’ya gitmiştir.’’

İşlere devam için bu kadar hevesli iken birdenbire Feshane’deki stüdyo kapandı.Kemal film şirketi ,Bektaşi’lerden sonra ,ikinci darbeyi Feshane müdürü Çankırılı Binbaşı Nuri Bey’den yer. (Eski anlaşmayı tanımamış,2 gün içinde binanın boşaltılmasını istemiştir)  İstanbul’da şiddetli bir yağmur olan günde,sabahın erken saatlerinde ,stüdyo’yu askerler basmış, içerde ne var ne yoksa sokağa atmışlardır.

Aslında  Kemal Seden’le M.Ertuğrul arasında anlaşmazlık vardı,bu olay ayrılmalarına vesile oldu.Şakir Seden olayı anlatıyor;

( Ağabeyimle Muhsin Bey arası iyice açılmıştı.İki taraf da bahane arıyordu. Olay o günlerde oldu.Bize intikal ettiğine göre ,Dikimhane’nin yeni Genel Müdürü,kadın artistlerden birine sarkıntılık etmiş,hem yüz bulamamış,hem de bizim arkadaşlardan sert muamele görmüş. Bunun üzerine kızıp,’24 saate kadar burayı terk edin’ demiş. İki günde bir depo bulur eşyaları oraya taşırdık.iki tarafta bahane arıyordu, Bu hadise uygun düştü. Aksesuarları Behzat Butak aldı,dekor pano gibi şeyleri Mühsin Bey Ferah Tiyatrosuna götürdü,biz de makineleri satıp bu defteri kapadık. ) (144)

Yıllar sonraKemalFilm’i tekrar canlandıracak olan Osman Fahir Seden olayları detaylı bir şekilde anlatacaktır;

‘’İstiklal Harbi bitmiş,zafer kazanılmış,Seden Kardeşler Muhsin Ertuğrul ile elele vermişler,sürekli Türk Filmi üretiyorlar,geleceğe dönük ciddi projeleri var.İstklal Harbi esnasında cepheye gidip 48 tane Kemal Film junnali çekmişler. Ancak ne yazıkki  tarihi gerçekleri belgeleyen bu  belgesel filmler 1959’da  meydana gelen büyük Belediye yangınında yandığı için günümüze ulaşamadı. Daha sonra 1924’de Kemal Film kapanıyor,1932’de ticaret kanunuyla  tekrar açılıyordu.Kemal Seden Muhsin Ertuğrul’la 6 film çekti. Son  filmlerini çevirdikleri günlerde  bir sabah erken saatlerde, Haliç’teki stüdyo bir takım subaylar tarafından işgal ediliyor, Stüdyonun kapıcısı deli gibi koşup haber veriyor. Yine deli gibi koşup neler olduğuna bakıyorlar.Komutan içerdeki stüdyoyu parsellemekle meşgul. Kendisine kira mukavelesini gösteriyorlar. Daha altı sene orada çalışma hakları var. ‘Ben mukavele falan anlamam ‘diyor sayın komutan.Avukatları Hasan Ferit Bey,bu iş buradan halledilmez,Ankara’ya gidelim diyor.Amcamla Ankara’ya gidiyorlar.

Devletin ileri gelenlerinin çoğu,ikisinin de mülkiye’den arkadaşları…Hiçbir şeyi  çözümleyemeden dönüyorlar Ankara’dan. Zaten birkaç gün sonra stüdyonun kapıcısı ağlıyarak yazıhaneye geliyor,yetişin diyor.

Babam,Amcam,Muhsin Bey,Neyyire Neyyir birlikte gidiyorlar stüdyoya, Rahmetli amcam o günü anlatırken,ben İstanbul’da öyle sürekli ve şiddetlibir sağanak görmedim oğlum’derdi.

Sayın komutan,askeri dikimevi yapmak bahanesiyle işgal etmiş platoyu,Daha birkaç ay evvel Avrupa’dan getirttikleri  ışık tertibatını,lambaları,dekorları,beş yüzden fazla elbiseyi,ham filmleri, kısacası içerde bulunan tüm malzemeyi sokağa atmış.Her şey şiddetli sağanak yüzünden oluşan sel suları arasında sürükleniyor… (Baban ve Amcan taş kesmişlerdi.ikisini de saatlerce oradan ayıramadık)derdi amcam… Babam Uzun süre bu şoku atlatamamış.,sonunda bir daha film yapmamaya yemin etmiş. Askeri dikimevine gelince çok uzun bir süre kurulamamış,bina senelerce boş kalmış.  ) (145 ) (146)

Kemal Film 1940 yılına kadar Salon İşletmeciliğini,1951 yılına kadarda Film ithalini sürdürür. ‘’Universal Pictures’’ firmasının  temsilcisidir.   (147)

 

1924/1925  ERTUĞRUL MUHSİN ve ARKADAŞLARI

Ne yazık ki sinemamız bu dönmemde, halkın gerçek gündeminden uzak, ‘’ İstanbul’da bir facia-i Aşk ‘’ve Ateşten Gömlek’’ hariç gerçekçi diyemiyeceğimiz, halkın sosyo – politik ve psikolojik yapısıyla bağdaşmıyan filmler çekilmiştir.  Bunu Erman Şener çok güzel çizelge haline getirmiş;

1922: Türk Ordusu İzmir’e girdi.Mudanya Andlaşması imzalandı.Saltanat    kaldırıldı.

Çekilen Filmler: İstanbul’da bir Facia-i Aşk,   Nur Baba, Boğaziçi Esrarı.

1923: Lozan Andlaşması imzalandı.Halk Partisi kuruldu. Türk Ordusu İstanbul’a girdi. Ankara Başkent oldu. Cumhuriyet ilan edildi.

Çekilen filmler: Ateşten Gömlek,Leblebici Horhor,Kız Kulesinde Facia.

1924: Halifelik kaldırıldı.

Çekilen film: Sözde Kızlar

1925: Aşar kaldırıldı. Hukuk fakültesi açıldı.Şapka kanunu çıkarıldı. Tekke ve zaviyeler kapatıldı. Miladi takvim kabul edildi.

(Ateş’ten Gömlek) hariç, Denilebilirki bu dönemde sinema halkın gerçeklerine sırtını çevirmiş kendi seçtiği konularda film yapmıştır. (148)

Bazı kaynaklarda Muhsin Ertuğrul’un 1924 başlarında bir İsveç seyahati’ne rastlanmaktadır.İsveç Sineması  bu dönemde çok gelişmişti. İlk kurmaca film,tiyatro oyuncusu Carl Engdahl’ın yönettiği 1909 ‘’Varmland İnsanları’’ oldu. çok büyük ilgi gördü.Bunun üzerine  önemli yazarların kitaplarından , ,özellikle Stindberg eserleri başta olmak üzere,uyarlamalar sinemaya aktarıldı. Kabare sanatçısı Anna Hofman Uddgren,ilk filmi 1911’’Blott en Drom’’ ile İsveç sinemasının kadın yönetmeni oldu.1912 ‘’systrana’’,1912 ‘’Fröken Julie’’, 1912’’Fadren’’ filmleri izledi.

Dönemin en önemli iki yönetmeni  Victor Sjöström ile Mauritz Stiller’dir. Her ikisi de Tiyatroda  oyuncu ve yönetmen oldukları halde,tiyatrodan sinema’ya adım atmışlar,ve çağdaş İsveç sinemasının oluşmasında çok önemli adımlar atmışlardır.

Maurits Stiller’in üç filmi Herr Arnes pengar” (1919), “Erotikon” (1920) and “Gösta Berlings saga” (1923) İsveç sinemasının köşe taşları olarak algılanır.bu son filmde 18 yaşındaki Greta Garbo^yu oynatmış,ve uluslararası sinema piyasasına,çok yetenekli bir yıldız kazandırmıştır. ( 149)(150)

Victor Sjöström,1912 den 1923 e kadar 41 film yönetmişti.1921 de Nobel ödüllü Yazar Selma Lagerlöf’ün  ‘’The Phantom Carriage’’filmini yapmıştı. Yapıtlarında görüntülerin güzelliğine ve gerçekçiliğe önem verirdi.Taşrada ve köylerde yaptığı çekimlerle filmlerini ön plana çıkardı.

Hayalet Araba (Körkarlen, 1921) bir mezarlıkta kendisini öteki dünyaya götürecek arabanın gelmesini beklemekte olan bir ayyaşın hikâyesini, Berg-Ejvind ve Yoldaşı (Berg-Ejvind och hans hustru, 1919) bir kanun kaçağının doğayla amansız savaşımını, ve Ateş Deneyi (Vem dömer, 1922) ile ,Rönesans İtalya’sında haksız yere kocasını öldürmekle suçlanan bir kadının hikâyesini konu edinmişti.

İsveç’e giden Muhsin Ertuğrul muhakkak ki İsveç sinemasını incelemiş, ve Victor Sjöström ve Mauritz Stiller’in filmlerini seyretmişti. Bu dönemde İsveç tiyatrosu çok aktif olduğunu da ekleyelim.  Esasen gelecek yıllarda Hollywood sinemasını etkileyecek olan bu yönetmen ve Greta Garbo gibi yıldızlar  tiyatro kökenli sanatçılardı.  (151)

M.Ertuğrul’a gelince,1924 ve 1925 yıllarında  ‘’Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları’’ topluluğu ile tiyatroya dönüş yaptı. Şehzadebaşı Ferah Tiyatrosu’nda oyunlar sahneledi. Topluluk parasızlık yüzünden kapanmadan önce 23 oyun sergilediği anlaşılmaktadır.

Kısa ömürlü olmasına rağmen, Tiyatromuzda kalıcı bir etki bırakmış,ve bu süreye Ferah Dönemi yada Türk Tiyatrosunun Rönesansı diye tanımlanmıştır. Olayın detayları şöyledir:

Direklerarası‘ndaki Ferah Sinemasi uzun süreler tiyatro ve sinema salonu olarak faaliyet göstermişti. Muhsin Ertuğrul İsveç‘ten döndükten sonra arkadaşları Behzat Butak ve İsmail Galip Arcan‘la beraber bir tiyatro topluluğu kurarak burada gösterimlere başladı. Kurdukları topluluğun adı ise Sabık Darülbedayi Sanatkârları Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları”ydı, fakat kısaca Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları diye anılıyordu. Topluluğun kurulmasına sebebiyet veren etkenlerden birisi de Darülbedayi içerisinde yaşanan disiplinsizlikler ve karışıklıklar olmuştur. Kurulan topluluk Behzat Budak’ın bir tanıdığından aldığı borç para ile çalışmalara başlamıştır. Bu tiyatro etkinliği çağdaş ve iyi tiyatro sergilemeyi amaç edinmiştir. Ekonomik anlamda zor durumda olmalarına rağmen Türk tiyatrosuna yeni bir hava getirebilmek adına yeni ortaya çıkan akım ve sahne tekniklerinden yararlanmış, o döneme kadar Türk tiyatro seyircisinin görmediği klasik oyunlar ile Avrupa sahnelerinde ilgi toplayan yeni oyunları sahnelemişlerdir. Tiyatronun kurucuları dışında Bedia MuvahhitVasfi Rıza ZobuNeyyire NeyirHazım Körmükçü  gibi isimler de tiyatro kadrosunda yer almıştır. Bu isimler genellikle Darülbedayi’den ayrılmış oyunculardı.

Ferah Tiyatrosu 24 Aralık 1924 tarihinde Muhsin Ertuğrul’un Hans Müller’den uyarladığı Renkli Fener adlı oyunla perdelerini açtı. İlerleyen dönemlerde ise Leonid Andreyev‘den İhtilalLev Tolstoy‘un Kreutzer Sonat‘ından uyarlama Bir MumyaAhmed Vefik Paşa‘nın Yorgaki Dandini ve Azarya, August Strindberg‘den Cehennem, Henry Kistemaeckers’den Kasırga ile William Shakespeare ve Henrik Ibsen‘den oyunlar sergilendi. Topluluk yerli yazarlara verdiği önemi göstermek adına da: Faruk Nafiz Çamlıbel‘in CanavarVedat Nedim Tör‘ün İşsizler, Sermet Muhtar Alus‘un Duvar Aslanı ve Osman Cemal Kaygılı‘nın da İstanbul Revüsü adlı eserlerini ortaya koydu.

Kısa sürede birçok oyunu sahneleyen Ferah Tiyatrosu, aynı zamanda da çocuklar için ilk kez indirimli gösteriler düzenledi. Kısa sürede sergiledikleri oyun sayısı dönemsel toplulukların ortaya koyduğu oyunlardan daha fazlaydı. Oyuncular ilk zamanlarda ücret almadan çalışıyordu. İlerleyen dönemlerde ise kazanılan para eşit olarak dağıtılmaya başlandı. 1925 yılının Mayıs ayında Trabzon‘a ilk ve son turnelerini gerçekleştirdiler. Topluluğun dağılışı ise Temmuz 1925’te ekonomik sorunlar ve Muhsin Ertuğrul ile Behzat Budak arasındaki tartışmalardan dolayı olmuştur.  (152)

 


0 yorum

Bir yanıt yazın

Avatar placeholder

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir